Bugün 12 Aralık 2025 Cuma
  • Antalya11 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    5856.92
    %0.07
  • Dolar
    42.5905
    %0.00
  • Euro
    50.0953
    %-0.01
Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
SANATÇI GAZANFER ERYÜKSEL'DEN SANATA VE SANATÇIYA DAİR
11 Aralık 2025 Perşembe 13:40

SANATÇI GAZANFER ERYÜKSEL'DEN SANATA VE SANATÇIYA DAİR

Antalya'da yaşayan gazetemizin köşe yazarı sanatçı Gazanfer Eryüksel, TRT Antalya Radyosu'nda yapmış olduğu röportajda sanat ve sanatçı ile ilgili önemli açıklamalar yaptı.

Gazetemizin köşe yazarı şair, yazar ve müzisyen Gazanfer Eryüksel TRT Antalya Radyosu'nda katıldığı Gecenin İçinden programında yaptığı röportajda sanata ve sanatçıya dair ilginç açıklamalarda bulundu. Röportajın tamamını siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz:

- Gecenin İçinden programının bu geceki konuğu şair, yazar ve müzisyen Gazanfer Eryüksel. Yazın dünyasına pek çok eser kazandıran, birçok alanda ödül kazanan Gazanfer Eryüksel, geçtiğimiz günlerde Vitraylar isimli şiir kitabını çıkardı. Kendisiyle hem bu kitabını hem şiirlerini konuşacağız. Hoş geldiniz.

- Hoş gördük.

- Biz kısaca sizden bahsettik ama sizi dinleyenlerimize tanıtarak başlayalım mı sohbetimize?

- Başlayalım.

- Buyurun.

- Şimdi geleneksel Türk temaşasında gerek Karagöz Hacivat gerekse Orta Oyununda bütün oyunlar şöyle biterdi. Sürçülisan ettikse affola diye. E biz efendim hoş görününüze sığınarak peşinen diyelim sevgili seyircilerimize, pardon dinleyicilerimize, sürçülisan edersek affola, başlayalım yayınımıza. 1952 İstanbul doğumluyum. Dededen kalma bir ahşap evde doğdum Aksaray semtinde. Aile de 1461'den beri Aksaray'dan İstanbul'a gelip Aksaray semtini kuranlar diyelim. Çok renkli bir hayat yaşayarak 73. dünya yılıma geldim. Musıki var, tiyatro var, edebiyat var. Sonra geriye dönüp baktığımda radyonun bizim hayatımızda çok önemli bir yer olduğunu fark ettim. Yani radyo bizim her şeyimizdi. Çocukken belki anlamıyorduk ama beraber olgunlaştık. İlk gençliğimizi, gençliğimizi radyoyla yaşadık. Koşun koşun radyo başına her Cumartesi günü, radyo çocuk kulübü müziğiyle hala aklımdadır. Radyo tiyatroları, arkası yarınlar. Ama hayatın ırmağı öyle aktı ki benim orada seslerini duyduğum sanatçı ağabeyimlerime onları sahnede seyretmek İstanbul'da nasip oldu. Bir baktım onlarla çalışıyorum aynı tiyatroda, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda. Böyle bir hayat. Bunun paralelinde gayet tabii musıki var ve edebiyat var. Lise ikinci sınıfta falan ben şiir yazmaya başladım. Ama epey bir süre önce, 1970 öncesi yazdığım o bana göre şiirimsileri yırtıp attım. Yani 70'i kendime milat aldım. Ama edebiyat ölçüleriyle esas milat ilk şiirimin yayınlandığı 1973 yılı. Bugünkü hesapta 50 yılı geçmiş oluyor. Yansıma Dergisi'nin günümüz Türk Şiiri Özel sayısında ilk şiirim çıktı. O zamandan beri düşe kalka şiirle yürüyorum. Ama liseyi bitirdikten sonra hem profesyonel müzisyen olarak, darbuka çalarak müzisyenliğe başladım. 1970 sonbaharında da İstanbul Belediye Konservatuarı'nda Türk müziği bölümünde musıki talim etmeye çalıştım. 1971 Ocağında da İstanbul Üniversite Korosu'nda korist olarak çalışmaya başladım. İlk sigortam İstanbul Radyosu 1971 Şubat. O koro çalışmaları vesilesiyle. Ama zaman içinde o orada 76'ta şehir tiyatrolarına girince Midas'ın Kulakları'na müzik yapmak da nasip oldu. Erkan Yücel'le zaman içinde Ramazan skeçlerinde çalışmak da nasip oldu. Yani böyle bir yolculuk ana hatlarıyla söylersek arkadan ödüller geldi, kitaplar geldi, yaş geldi 73'e dayandı diyelim.

- Ne güzel ama dolu dolu geçen yıllar var. Pek çok birbirinden farklı yapılan iş var. Bir taraftan edebiyat var, bir taraftan müzik var. Peki hayatınızı ne üzerinden kazandınız bütün bunları yaparken? Farklı eğitimler aldığınızı da biliyoruz. Farklı işler yaptınız. Bütün bunlar birbirini nasıl destekledi? Siz onları nasıl sığdırdınız hayatınıza? Biraz ondan da bahsedelim ve belki fikir de vermek açısından benzer işler yapmak isteyenleri.

- 1974 senesinde kendi kendime bir karar verdim. Bir hikayeyi anlatarsam program uzayabilir. Kendime Nazım Hikmet okumayı yasakladım. Çünkü Metin İlkin ağabeyim benim şiirimin Nazım'ın etkisinde olduğunu, çok iyi bir damardan girdiğimi ama dikkat etmem gerektiğini söyledi. Çok büyüktür, çok adamı ezdi sen bilmezsin dedi. O benim şiirime yaptığı en büyük ağabeylikti, hizmetti. Başka bir karar aldım. Şiire hizmet etmeyen her şeyi hayatımdan kesip atacağım diye. Bu acımasız gibi görünen bir karar ama şiir için galiba da gerekliydi. Bu sayede de kendi şiirimi kurduğumu düşünüyorum. Yani biraz disiplinli olarak çalışarak. Ama her zaman benim şiirimin kökü bu topraklarda oldu. Yani bir yabancı şiire, yabancı bir ülkenin edebiyatına hiç imrenmedim. Okudum gayet tabii. Eski uygarlıkların şiirlerini de okudum. Yabancı şairleri de okudum. Ama benim için en büyük avantajım da Türk musikesiydi. O musikideki ritimlerle aruz kalıpları arasındaki ilişki ister istemez benim şiirimin musikisine yansıyor diye düşünüyorum. Artı halk edebiyatının hece ritimleri şiirlerimin içinde var diye düşünüyorum. Peki onunla devam edelim o zaman.

- Belli bir dönemde yazdığım şiirleri geride bıraktım dediniz. Aslında hep edebiyatla iç içeydiniz. Ama o ilk başlarda bu ilginizin kalıcı olacağını düşünmüş müydünüz? Hani herkesin şiirler denediği bir dönem vardır. Siz o dönemi ardınızda bırakmış sonra daha belki profesyonel davranmış daha çok emek vermişsiniz. O ilk zamanlarda bugünleri hayal etmiş miydiniz? Bu geçiş nasıl oldu? Nasıl karar verdiniz? Biraz bundan bahsedelim mi dinleyenlerimize?

- O yıllarda bizim o dönemimizin toplum terbiyesi diyelim, edebiyat terbiyesi diyelim. Biz hiçbir zaman kalkıp da biz şöyle şunun gibi şair olacağız, bunun gibi olacağız falan gibi bir şey söyleyemezdik. Ama benim bütün çabam kendi şiirimi kurabilmekti. Eskilerin bir ifadesi vardır, eser müellifin imzasıdır diye. Ben onu yapmaya çalıştım. 1981 senesinde Türkiye'nin bir kırılma noktası, 80'i atlatmıştım. Oturup düşündüm, ben neyi nasıl yazarsam acaba kalabilirim diye düşündüm. Yeniden Ahmet Hamdi Tanpınar'ı okumaya başladım. Denemelerini okuyorum yazılarını. Ve okurken cetvelle de okuyorum böyle, okuma ritmimi de ayarlıyor cetvel. Bir ifadeye gelince kaldım. Kırmızı kalemi alıp altına çizdim. Değişen de değişmeyen. Ve duvara dönüp Evreka dedim, Evreka, buldum. Değişen de değişmeyeni yakalayabilirsem kalma ihtimalim var. Ve şiire öyle bakmaya, insana, topluma, doğaya öyle bakmaya başladım. Artı benim şiirimin içinde ben resim yapamayan biriyim. Ama plastik sanatları çok seven, resim sergilerine giden, ressamları araştıran, okuyan biriyim. Sonra geriye dönüp baktığımda yapamadığım resmi şiirin içinde sözcüklerle yaptığımı fark ettim. Dedim ki, o eksiğimi böyle kapatıyorum. Nasıl görme engelli insanlarımız sesten insan tanırlarsa, ben de yapamadığım resmi sözcüklerle telafi ediyorum diye düşündüm.

- Evet, ressam çizgileriyle, fırçalarıyla anlatıyor. Siz sözcüklerle anlatıyorsunuz. Herkesin belki de kendine has bir yöntemi var. Ama amaç birbirine bir noktada benziyor. Peki, şiirden bahsetmeye devam edeceğiz. Onu seçtik bugün sizinle söyleşmek üzere. Yayınlanan kitabınız da burada. Ama bu şiirlerden bir örnek paylaşalım mı dinleyenlerimizle sohbete devam etmeden önce Gazanfer Bey?

- Tabi,hoş görünüze sığınarak, şimdi çıktı fırından böyle dumanın üstünde bir şiir okusam?

- Olur, hangisini seçerseniz dinleyenlerimiz için. Sizi dinliyoruz, buyurun.

- O zaman okuyalım.

"Kimselerin görmediği: Yüreğine kaçmış kum tanesi/Kimseler göremez ki/O bir incidir artık/Artık vaktinde ömrün güneş huzmesi/Süzülen yüreğinden sözlerine/Akşamı ışıtan sevgi/ Karadeniz kıyısında Trakya'nın/Midye köyündeyiz/ İçinden yere geçen ormanın/Kumsalla buluştuğu şiir işte/ İçi kum tanesinden inci büyüten/Kimselerin görmediği"

- Teşekkür ediyoruz hem kaleminize hem sesinize sağlık diyelim seslendirdiğiniz için, bizim için aynı zamanda. Peki, kimleri okuyarak devam ettiniz? Kalıcı olmak için neleri seçtiniz? Nelere dikkat ettiniz? Biraz bunlardan bahsedelim. Nazım Hikmet'i kendime yasakladım dediniz. Dönüp Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yeniden okudum dediniz. Yazmanın bir tarafı aslında okumak, gözlemlemek. Neleri gözlemlediniz? Kimleri okumaya devam ettiniz? Ve sonrası nasıl devam etti sizin şiir yolculuğunuz? O ilk şiirin yayınlanmasının ardından belki de neler oldu?

- Tabii ilk şiir 73. Bu karara vardığımda kendi kendime, Nazım gibi bir dünya şairini kendime yasak koyduğumda sene 1974'te. Bir yıl sonra. Bu sefer Cumhuriyet'in 50. yılı münasebetiyle İş Bankası Eski Uygarlıkların Şiirleri diye bir kitap çıkarmıştı. Rahmetli Talat Halman'ın çevirisiyle. Ben gittim onu aldım. Böyle tuğla gibi bir kitap. Antik çağdan başlayarak Eski Uygarlıkların Şiirlerini okudum. Onlara çalıştım. Bulabildiğim bütün yabancı şiir seçkilerine, yabancı şairlere oturup çalıştım. Bir taraftan da Nazım dışında kendi şairlerimizi okuyarak. Sanatın diğerlerini bir kenara koyalım ama şiirin mektebi bizzat şiirin kendisidir. Yani şair şiir okuyarak çalışır. Bunu şu kural şöyle, bu kural böyle, şu sanat şöyle, şu sanatta böyle yaparsın diye değil. Şiir diğer sanatlardan farklı olarak kendini yazdıran bir şeydir. Yani ben şu şiiri yazacağım diye oturamazsınız. Bazen sokakta giderken gördüğünüz herhangi bir şey sizde bir çağrışım yapar. Ben fincan metaforu diyorum. Bir fincan düşünelim böyle, içine çayımızı koyduk, onun üzerine bir tutam ekmek kırığı serptik. Bu ekmek kırıkları büyüklüklerine göre irli ufak ağır ağır dibe çökerler. O dibe çöken ekmek kırıkları bizim yaşadıklarımızdır. Eğer bir çay kaşığıyla fincanı karıştırırsak o dibe çöken kırıkların bir kısmı yukarıya çıkabilir, bir kısmı yine çıkamaz. Aralarda kalırlar. Bizim söyleyip yazmaya çalıştığımız o çay fincanının üstüne çıkabilenler. Çay kaşığı da çağrışım kuşlarının metaforudur. Yani bir şeyi çağrıştırması lazım. Şunu söylüyorum, ben yetmiş üçüncü yaşıma yürüyorum ama her gün şiir çalışıyorum deyince şöyle bir bakıyorlar buna her gün yazdığım şiirlere mi çalışıyorsun diye. Hayır diyorum. İnsanlara bakmak, insanları gözlemek, doğaya bakmak hatta gökyüzüne bakmak, o bulutların hareketlerine bakmak, film seyretmek, kitap okumak. İşte çağrışım kuşları oradan bir küçücük film karesi veya bir replik sizde bir şeyi çağrıştırıyor. Ve o anda bir bakıyorsunuz ki şiirin ilk dizesi salına salına gelmiş. O ilk dize ilk öbeği yazdırıyor, bu üçlük oluyor, dörtlük oluyor, beşlik oluyor. Sonra onu unutmayayım diye deftere yazıyorsunuz. Sonra yazdığınızı okuyorsunuz, onun içinden ikinci öbeği geliyor. Bu yolculuk o şiirin finali dediğim öbeğe gelene kadar sürüyor. Ve finalini yazdırıyor şiir, diyor ki tamam benim işim bitti. Ya bu öyle gün olur ki bir gün birkaç tane de yazabilirsiniz o andaki hale-ti ruhiyenize bağlı. Birkaç gün yazamayabilirsiniz de. Bir gece saat bayağı bir ezana da yakın bir vakitti uyandım. Geç de yatmıştım ama inanılmaz diriyim sanki 6-7 saat uyumuş gibi. Gittim kendime bir güzel Türk kahvesi yaptım. Hatta televizyonu da açtım. Oturdum kahvemi içerken nasıl olduysa oldu bir dize takıldı zihnime. Baktım öbek yürüyor. Defteri aldım, kağıt kalem hazır zaten. Onu yazdım. O bitti, televizyondaki sesle falan ilgim gitti. Ben ondan sonra yazabildiğim kadar farklı farklı şiirleri yazdım. Defteri bıraktığımda çok yorgundum. Ve vurup kafayı yattım. Çok zor uyuyan biriyken küt diye düşüp uyumuşum. Bayağı geç kalktım. İşte malum sabah bir şeyler yedik. Öğle sularında aklıma geldi ya dedim ben dün gece deftere bir şeyler yazdım. Acaba ne yazmıştım diye. Beş şiirde beş ayrı vakitmiş. O vakitleri geziyor insan. Yani bir ruh gezintisi oluyor. Ha dedim kendi kendime. O gezinti beni yormuş da kütedenek düşüp uyumuşum dedim. Böyle bir yolculuk bizimkisi. Şeye benzemiyor mu? Ben denemeler de yazıyorum. Deneme öyle değil. Yalnız deneme yazarken de kafamda bir şeyi kuruyorum. Yazmaya başlarken yazının da canı var. Beni başka yere çekebiliyor. Veya hiç yazıya denemeye başlarken aklıma gelmeyen bir şey bellekten çıkıp geliyor. Çünkü okuduğum çeşitli okumalar var. Aldığım notlar var. Ama o notu alırken ben o notu şu denemenin içinde kullanacağım diye almıyorum. Sadece o konuyla bağlantılı olarak hatırlıyorum. Ve onları denemenin içine koyuyorum. Bazen deneme birkaç dizelik şiirle geliyor. Ben onlara Roma rakamlarıyla numara veriyorum. Ondan sonra düz yazıya geçiyor. Veya bazısı düz yazı olarak başlıyor. İçinde o denemede anlattıklarımın şiiri oluyor. Birkaç dize. Onları kitaplarıma falan almıyorum. Onlar o deneme için yazılmış dizeler oluyor. Böyle bir yolculuk bizimkisi.

- Çok güzel. Peki bu yolculuğun ürünlerini bir araya getirip paylaşmaya ne zaman başladınız? İlk şiirinizin dergide yayınlanışını aktardık. Ne zaman ilk şiir kitabınız basıldı? Hangi şiirleri nasıl seçmiştiniz? Sonrasında Vitraylar'a nasıl geldiniz? Vitraylar'ın öncesini kısaca dinleyelim. Sonra asıl konumuz olan bu kitabı konuşarak devam edelim mi?

- Onu hızlıca anlatayım. 1980 öncesinde edebiyat dergileri kendilerine fraksiyon olduğunu söyleyen grupların kontrolündeydi büyük çoğunlukla. Bir dergide çıkan şiir olduğu zaman öteki dergi sen bizden değilsin diye şiir falan basmıyordu. Böyle bir garip dönem yaşıyordu Türkiye. Hatta ben seneler geçince onlara fraksiyon değil firaksiyon demeye başladım. Ben dedim şiir yayınlamıyorum. 80'den sonra ilk şiirim Varlık Dergisi'nde yayınlandı. Bir taraftan da bir tiyatro olayım var ya, 1980'li yılların ortalarında yeniden şehir tiyatrosunda çalışmaya başladım. Gündüz İstanbul Ticaret Odası geceleri şehir tiyatrosu çalıştım. Tempolu bir iş. Bu böyle sürdü gitti. 90 senesinde Bakırköy Belediye Tiyatrosu'nun kurucu ekibindeydim. Semiha Berksoy'la çalıştık. O süreçte sevgili Turgay Kantürk bizim tiyatronun kadrosundaydı. Şair, yönetmen, ressam. O beni arkamdan itti diyelim ve yeniden yazıya döndürdü. Yazı yazmaya başlamıştım 79'da çünkü. Şiir üzerine yazmaya başladım. Gençlere hep söylüyorum, muhakkak yazın, yazılar yazın, denemeler yazın, günlük tutun diyorum. Bu sizin şiirinizi besler. Kendimde faydasını gördüm çünkü. Ve 90'lı yılların ortalarında 3 şiir ödülü geldi. Birincisi, Dünya gazetesinin kitabı eki vardı. Gazeteye şiir gönderiyoruz. Gönderilen şiirleri sayfayı yöneten Faruk Şuyun seçiyor. Her hafta bir şiir koyuyor. Sonra seçilenler büyük jürinin önüne gidiyor. Ve onlar tek şiir seçiyorlar. O 52 şiir arasında benim şiirim ödüle değer bulundu. O bir ödül. Arkadan Özgür adına dosya yaptım, İzmir'e gönderdim. O bir ödül. Ankara'da Çankaya Belediyesi Damar Dergisi'nin yarışmasına bir dosya gönderdim. 3 tane ödül üst üste gelince, ödüller kitap basımıydı. Para ödülümüz yoktu ama kitaplar. Ben böylece kitaplı şairler arasına girmeye başladım. Antalya'ya 2005'te gelene kadar da kitap çıkarmadım. Ama şiir yazmaya devam ettim. Antalya'ya geldikten sonra, geriye dönüp bakıyorum, tematik kitaplar çıkarmaya başladığımı fark ettim. Yani Antalya'dan sonra ilk kitabım, Batıni İlahiler, Bergüzar Nefes, Şaman ve Zaman. Yani bizim kültürümüzde İlahi, Nefes ve Şaman. Yani 3 önemli kök. Ondan sonra da hep kitapların böyle tematik gitti. Mesela Günce Notları diye bir kitap çıktı. Hatta kitabın kapağını sosyal medyada paylaştığımda laf saydılar bana. Bu deneme kitabı mı, bu ne biçim isim diye. Halbuki 160 sayfalık kitapta hiçbir şiirin adı yoktu. Küçük küçük şiirlerdi ama şiirler hep şöyle bitiyordu. Filanın güncesinde okudum bunu diye bitiyordu. Hep ve Hiç diye bir kitap çıktı. Rufi Gezmeler diye bir kitap çıktı. Nil Günleri çıktı. Yani en son Vitrayla'ra geldik. Zamanı da ekonomi kullanmaya çalışıyorum.

- O zaman Vitraylar'la devam edelim. Önce isimle başlayalım isterseniz. Görsel Sanatlara ilginiz olduğunu söylemiştiniz. Vitray oradan gelen bir isim mi? İçerikle bağlantılı mı? Neden Vitraylar bu kitabın ismi? Ve tematik gittiğinizi söylemiştiniz. Bu kitabın o zaman teması ne? Vitrayların biraz içeriğiyle devam edelim olur mu?

- Tabii. Siz hemen yakalamışsınız. Şiir yolculuğumdaki takıntı mı, eksiği mi, zaafı mı? Dosya da şiir gibi. Bir şiir yaptım. Bu Vitray dedim kendi kendime. Ona bir isim koydum, o bir Vitray. Böyle imbikten damlar gibi geliyor metinler. Bir Vitray, bir Vitray daha, bir Vitray daha, bir Vitray daha. Kitabın bittiğini de kitap size hissettiriyor. Dosya hissettiriyor. Yani çan eğrisinin aşağıya dönmesi gibi hızı kesiliyor. Böyle pat diye kesilmiyor. Yavaşladı. Durdum baktım, başka Vitray gelmiyor. Tamam dedim, bu bitti. Bunu dedim, çalışma dosyasından çektim, Vitraylar dosyasına yerleştirdim. Bir kitap dağılımı gibi tasarımını da yaptım. Yayıncıya gönderdim. Ama kitaplar hep birbirinin içinden geçerek geliyor. Bir de onu fark ettim. Yani bu doğada da böyle, toplumda da böyle, kainatta da böyle. Yani biz göktaşı gibi yukarıdan aşağı düşmüyoruz. Her şey birbirinin içinden geçiyor. Son çalıştığım dosyanın adını söyleyeyim. Çalıştım, evde duruyor bilgisayarda. Yontu Eskizleri. Yani o söylediğiniz zarif takıntım var ya, yapamamak, plastik sanatları. O sanki ahir ömrümün şiirlerinde kitap adı olarak, şiir adı olarak geliyor. Ne yapayım, elimizden gelen bu, bunu yapmaya çalışıyoruz.

- Çok güzel, peki onlardan bir örnek paylaşalım mı yine dinleyenlerimizle? O zaman Vitraylar'dan okuyalım. Buyurun, sizi dinliyoruz.

- Hadi bakalım, ne okuyacağız? "Bilmeden hep ve hiçe Vitray: Kum saatini çölün, kurup da yürüyoruz/Ta be sabah denize/Paralel kenarında ırmağın/Vahalar topluyoruz/ Bulutların yakasına takmak'çün/Irmak bu, saati denize kurulu/ Akrep ve yelkovanı da hep güneş olan/ Geniş, ferah bir delta çizip kıyıya/Sere serpeliğine bakıyor  maviliğin/ Hangi kum tanesinin/Hangi istiridye ah/ İnci büyüteceğini bilmeden hiç"

- Teşekkür ediyoruz, bir kez daha kaleminize, nefesinize sağlık diyelim. Peki ne kadar sürede oluştu Vitray? O kendisi söylüyor zaten, artık bittiğini dediniz. Nasıl başladı, nasıl bitti? Ve okuyucuyla buluşalı kısa bir süre olmuş. Ekim başında çıktı, yeni sayılır. Tepkiler gelmeye başladı mı? Biraz önce bir sosyal medya örneği vermiştiniz başka bir kitabınızla ilgili. Vitray'la ilgili nasıl tepkiler aldınız? Biraz hem içerikten hem de bıraktığı etkiden bahsedelim mi dinleyenlerimize?

- Tamam. Şimdi şair olarak bana gelecek en zor soru, ne şiiri yazıyorsunuz onu anlat. Şimdi elimizden ne geliyorsa, dilimizde ne dönüyorsa onu söylemişiz. Bana göre yazılan her metin, dil içi çeviridir. Eğer bir yabancı dilden çevrilmiyorsa o da yabancı dilden çevrilir. Ama biz dil içi çeviri metinler yazıyoruz. Deneme de olsa böyledir, şiir de olsa böyledir, öykü de böyle, romanda böyle bir dil içi çeviri yapıyoruz. Okur kendi pencere ve cam derecesiyle bu metni okuyor. O yüzden de diyorum ki okuyan yazandan arif gerek. Çünkü hep söylüyorum, okur benim metnimi zenginleştiriyor. Ben onu yazarken hangi ruh haliyle yazdım, ne hayal vardı, neydi o başka bir şey. Siz onu okurken belki benim hiç o yolda hayal bile etmediğim ifadeleri yakalayacaksınız. O yüzden geçen Ankara'da yaşayan bir şair arkadaşımız var, Ece Ersoy, kitabı okumuştu. Küçücük bir yorum yazdı, paylaştı sosyal medyada. Ece Ersoy'a da buradan selam edelim. Umarım yayını dinliyordur. Onun minicik yorumunu okumak istiyorum.

- Buyurun.

- Vitraylar kitabı benim için kırılmış ışığın şiir hali. Gazanfer Eryüksel renkli cam parçalarıyla yapılmış bir vitrayı andıran bir dil kurmuş. Her şiir tek tek bir araya geldiğinde derin bir ışık doğuyor. Abartılmamış duygu, lirizm, günlük hayat, tarih, mitoloji, doğa hepsi birer renkli parça gibi dizelerin içinde. Benim için vitraylar dönüp yeniden baktıkça farklı bir renk gösteren, hem kırılganlı hem de bütünü aynı anda taşıyan bir şiir penceresi. Şimdi bu lafları ben diyemezdim. Şimdi bu dışarıdan bakan bir gözün yorumu. Kitabı yayıncıya gönderdiğimde, abi dedi, özel bir şiir dilin var, kitabı baskıya hazırlıyoruz. Ya Önder dedim, arka kapağı kim yazacak? Ben fakire dedim, kim arka kapak yazar? Fakire dedim, kim arka kapak yazar? Abi ben yazarım dedi. Çünkü bütün dosyayı önce okudu, yani okumadığı bir dosya yayınlamıyor. Vaktimiz müsaitse, önderin yorumunu da paylaşabilir miyiz?

- Bence yorumun tamamını paylaşmayalım, onu kitabı okuyanlar zaten görecekler. Kısa değerlendirmemizi alalım, yine şiirlerinizden birini paylaşarak bu bölümü noktalayalım. O daha güzel olacaktır.

- Tamam, benim için hiçbir mahsuru yok.

- Buyurun.

- Esine Vitray. Esin, herhalde 30 sene yaklaşmıştır, görmediğim bir ressam arkadaşım. Çorum'dayken onun atölyesine giderdim. Şimdi Bursa'da yaşıyor. Resme devam ediyor. Atölyedeki sohbetler falan çok hoştu. Onlar atölyede gençlerle de çalışırlardı. Ben onlara gider kanun çalardım. Onlar resim yaparlardı. Yani böyle özel bir hukukumuz vardı. Bu kitap da sadece Esine Vitray değil. Türk şiirinin ustası Enver Gökçe'ye de Vitray var. Enver Gökçe'nin dil tarihte okurken ev arkadaşı, halk bilimci dünya çapında İlhan Başgöz'e de Vitray var. Yani burada şiir kendi içine alması gereken her şeyi alıyor. Bir garip kara delik bu şiir. Her şeyi yutabiliyor. Ama uzayla çalışanlar bir süredir yakalamışlar. Arada geride tükürüyormuş bu kara delikler. Ben Esine Vitray'ı okuyayım.

- Buyurun sizi dinliyoruz.

- "Kolunda nar ağacı dövmesi/Çiçek açıyor parmak uçlarında/Apak gecede kızıl desenler/Kırılan ışık kara kalemde/ Firuze yüzük takmış/Taşı bulut, yağmur damarlı/Irmaklar çizen göğe/Kar altında kar denen sarı çiğdem/ Boz yazıda/ Ot topluyor çocukluğu/ Otacı ebesiyle/ Boylu boyunca kırmızı/Gelincikten çatlayanlara/Işık hüzmesindeki Esin/Ters dutun gölgesinde" 

- Teşekkür ediyoruz. O zaman Esin Hanım'a da selamlarımızı, sevgilerimizi gönderelim. Gecenin içinden de bir şiir daha dinlememizi vesile olduğu için. Teşekkür ediyoruz. Yayınımıza katılımınız, güzel sohbetiniz, paylaştığınız şiirler için. Size sanatla, şiirle, iç içe güzel günler, iyi çalışmalar dileyelim.

- Teşekkür ediyorum. Bir başka yayında buluşmak üzere. Her şey gönlünüzce olsun.

- Teşekkürler, görüşmek üzere, iyi geceler.

whatsapp-image-2025-12-11-at-15-43-57.jpeg

whatsapp-image-2025-12-11-at-15-43-57-1.jpeg

 

Kaynak: HABER: GÜRSEL KAYA
Bu haber toplam 268 defa okunmuştur
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim