Bugün 10 Aralık 2025 Çarşamba
  • Antalya15 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    5746.337
    %-0.31
  • Dolar
    42.5994
    %0.06
  • Euro
    49.6986
    %0.28

MUHARREM YELLİCE / KONUK YAZAR

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
MUHARREM YELLİCE / KONUK YAZAR

BİR ŞİİR TAHLİLİ / AKTİN DEM DÜŞLERİ

10 Aralık 2025 Çarşamba 19:24

 

 

 

Bir ben miyim dağılan vecd içinde mecelsiz

Bu esrik akşamların iksirini sunmaya

Bu mevcudat içinde bir tek aşk var ecelsiz

O da meylini vermez kadehe dokunmaya

 

İç içe bin bir yoldan insan kendine yürür

Sevide pervanedir vesvesede düşünür

Fecrin coğrafyasında curuf tüm haritalar

Sualler kitabının sonu sıfır görünür

 

Sıfır en büyük sayı sıfır en yüce boşluk

Sıfır ben duygusundan bize kalan sarhoşluk

Kan bağları çözüldü eskidi din bağları

Gök ekinli yurdumda kinse birkaç vuruşluk

 

Vaktin dem düşleridir söz söze ulanacak

Annemi öpeceğim ağzıma kum dolacak

Gizini çözmek için ömrümü vereceğim

Kum toprağa dönüşüp alnıma dokunaca

Vaktin Dem Düşleri”, Ahmet Turan Kul'un yazmış olduğu alegorik bir şiir. Turan Kul’un Şiirinde insan, mekân ve zaman, metafizik bir sorgulamanın iç içe geçmiş halkaları hâlinde karşımıza çıkar. Şiirin ilk dizesindeki “Bir ben miyim dağılan vecd içinde mecelsiz” ifadesi, öznenin hem kendi iç mekânında, hem de dış dünyada tutunaksız kalışını gösterir. “Vecd” kelimesi tasavvufî esrimeyi, “dağılan” sıfatı bu esrimenin bütünlükten uzak, parçalanmış hâlini, “mecelsiz” oluş ise , insanın artık bir “meclis”e, yani sahici bir topluluğa, aidiyet zeminine sahip olmadığını ima eder. Esrik akşamlar, fecrin coğrafyası, gök ekinli yurt, kum ve toprak imgeleri; şiirin mekânını yalnızca fiziksel bir yer olmaktan çıkarır, varoluşun sahnesi hâline getirir. Zaman ise, akşamdan fecre, “vaktin dem düşleri”ne ve “ömrümü vereceğim” sözlerine kadar, dağınık kronolojiden çok yoğunlaşmış, kaderî anlardan oluşur. Mekân ve zaman, böylelikle, Schopenhauer’in dünyayı “irade ve tasarım” (irade ve temsil) olarak kavrayışına paralel biçimde, iradenin kendini gösterdiği ve sonunda tükendiği bir sahneye dönüşür; bu sahnede yürüyen insan, “İç içe bin bir yoldan insan kendine yürür” dizesinde dile geldiği gibi, dışarıya değil, sürekli kendine yönelen bir yolcudur.

Şiirin merkezinde yer alan bu “kendine yürüyen insan” tasavvuru, bir yandan Nietzsche’nin “üst insan”ına, diğer yandan Schopenhauer’in “irade” kavramına doğru açılır. Nietzsche açısından bakıldığında, “Kan bağları çözüldü eskidi din bağları” dizesi, insanın kendini sürü ahlâkından, hazır gelen değerlerden kurtarmaya başladığı eşiği işaret eder: Kan ve din bağları çözülürken, insan, kendi değerlerini kendisi koyacak bir varlık olma yolunda yalnızlaşır. Fakat aynı süreç, Schopenhauer’in gözünden bakıldığında, iradenin uğradığı derin bir hayal kırıklığı olarak da okunabilir. Schopenhauer’e göre dünya, kör ve doyumsuz bir “yaşama iradesi”nin dışa vurumudur; insan da bu iradenin en yoğun ifadesi olduğu için bitmeyen arzular, doyumsuzluklar, acılar içinde yaşar. Şiirde kan ve din bağlarının çözülmesi, yalnızca toplumsal örgülerin dağılması değil, iradenin uzun süre tutunduğu gelenek, soy, kutsal bağlar gibi “temsillerin” geçerliliğini yitirmesidir. Haritaların “curuf”a dönüşmesi, “Fecrin coğrafyasında curuf tüm haritalar” dizesinde görüldüğü gibi, hem mekânsal hem zihinsel ve tarihsel haritaların birer artık hâline gelmesini ifade eder. Bu curuflaşma, Schopenhauer’in dünyaya yönelik keskin pesimizmiyle [1] birleştiğinde, iradenin dünyayı artık taşıyamadığı, temsillerin insanı tatmin etmediği bir kopuş ânını imler.

Tam da bu noktada “Sualler kitabının sonu sıfır görünür” dizesi, şiirin zaman, mekân ve insan üçgenini ontolojik bir eşiğe taşır. İnsanın kendine yürüyüşü boyunca sorduğu tüm sorular –ben kimim, neredeyim, nereye gidiyorum, ölüm nedir, anlam nedir– bir “sıfır” duvarına çarpar. Şair, bu sıfırı yalnızca yokluk gibi değil, “Sıfır en büyük sayı sıfır en yüce boşluk / Sıfır ben duygusundan bize kalan sarhoşluk” sözleriyle, hem en büyük sayı hem de en yüce boşluk olarak niteler. Schopenhauer’in düşüncesinde, tüm fenomental dünyanın ardında tek bir metafizik gerçeklik vardır: irade. Fakat bu iradenin sürekliliği, bitmeyen bir acı ve doyumsuzluk üretir. Şiirdeki sıfır, bir bakıma, bu iradenin dünyayı anlamlı kılma çabasının tükendiği noktadır. Sualler kitabı sıfırda biter; çünkü irade, temsil ettiği dünya ne kadar zengin görünürse görünsün, özünde insanı tatmin etmeyen, onu durmadan yeni arzulara ve yeni hayal kırıklıklarına sürükleyen bir kaynaktır. Sıfır, burada hem iradenin mutlak başarısızlığı, hem de tam da bu başarısızlığın içinden doğan yeni bir ufuk anlamına gelir: Boşluğun yüceltilmesi, varlığın anlamsızlığını kabullenen ama aynı anda bu kabullenişte bir tür özgürleşme imkânı gören bir bilinç hâlidir.

Bu çerçevede “sıfır ben duygusundan bize kalan sarhoşluk dizesi, Schopenhauer’in iradenin inkârı düşüncesiyle birleşir. Schopenhauer’e göre, insan ancak iradeyi kırdığı, arzularını söndürdüğü, istemeyi bıraktığı ölçüde acıdan kurtulabilir; bu, mistik geleneklerle de buluşan bir “iradenin inkârı” hâlidir. Şiirde ben duygusunun sıfıra inmesi, ego sınırlarının çözülmesi, geriye kalan “sarhoşluk”, hem tasavvufî vecdin hem de Schopenhauer’in sözünü ettiği estetik ve metafizik aşmanın bir izdüşümü gibidir. Estetik tefekkür anlarında kişi, kendini nesne karşısında unutup yalnızca “seyreden özne”ye dönüştüğünde, iradenin gürültüsü kısa bir süre için susar. Şiirdeki esrik akşamlar, fecrin coğrafyası, vaktin dem düşleri ve sözlerin sözlere ulanması, bu kısa süreli irade askıya alınışlarını hatırlatır; fakat ardından yine sıfırla, boşlukla, kum ve toprakla karşılaşılır. Bu karşılaşma, iradeyi tamamen susturmanın ancak ölümle mümkün olduğu fikrini çağrıştırır.

İnsanın mekân ve zamanla ilişkisi de bu irade bağlamında yeniden anlam kazanır. “Gök ekinli yurdumda kinse birkaç vuruşluk” dizesinde “gök ekinli yurt”, hem somut bir Anadolu/Saha/metaforik bozkır imgesi, hem de bütün yeryüzünün ortak tarlası gibi durur. Bu geniş mekân içinde kinlerin bile artık “birkaç vuruşluk” oluşu, hem çağımızın gelip geçici öfkesini, hem de Schopenhauer’in ahlâk anlayışında önemli yer tutan acı ortaklığını düşündürür. Ona göre ahlâkın temelinde, başkasının acısını kendi acısı gibi hissedebilme yetisi, yani merhamet vardır. Kan ve din bağlarının çözülmesi, yalnızca bağsızlık ve yalnızlık değil; aynı zamanda, Bertrand Russell’ın işaret ettiği gibi, daha geniş bir insanlık bilincine, ulus, soy, mezhep sınırlarını aşan bir ortaklık ufkuna da işaret eder. Şiirde, bu ufuk tam olarak isimlendirilmez; fakat kan ve din bağlarının eskimesi, mekânın “gök ekinli yurt”a, zamanın da “vaktin dem düşleri”ne dönüşmesi, insanı yalnızca aile ve cemaat bağlarıyla değil, daha geniş bir varlık alanında konumlandırır. Bu da Russell’ın akıl temelli hümanizmiyle Nietzsche’nin üst insan tasavvurunu, Schopenhauer’in karanlık fakat derin irade felsefesiyle aynı şiir evreninde buluşturur.

Bütün bu metafizik ve felsefî katmanların en yoğun toplandığı yer ise, son kıtadaki anne, kum ve toprak imgeleridir: “Annemi öpeceğim ağzıma kum dolacak / Gizini çözmek için ömrümü vereceğim / Kum toprağa dönüşüp alnıma dokunacak.” Burada zaman, artık ömürle ölçülen bir süre değil, ölüm anının yoğunlaştığı tek bir “dem”e dönüşür. Mekân, mezar toprağıdır; kum, toprağa dönüşerek alınla buluşur. Alın, hem kaderin yazıldığı yer, hem secdenin noktası, hem de insanın en kırılgan yüzeyidir. Kumun alına dokunuşu, hem ölümü, hem de ana rahmine dönüş arzusunu hatırlatır. Anne figürü, bireysel anne olmanın ötesine geçerek “ana toprak”la birleşir; insanın başlangıç noktası ile bitiş noktası tek bir imge düzleminde buluşur. Psikanalitik açıdan bakıldığında, bu sahne Ödipus kompleksinin dar anlamda cinsel boyutunu değil, derin, simgesel katmanını çağırır: İnsanın en baştaki sıcaklığa, ana rahmine, koşulsuz kabule geri dönme arzusu. Schopenhauer ise bu arzuyu, iradenin kendi kendisini aşmaya, hatta yok etmeye yönelik en nihai eğilimlerinden biri olarak görür: Yaşama iradesi, acıdan kaçmak isterken, sonunda kendi varlığından vazgeçme noktasına kadar sürüklenir. Şiirin sonundaki anne-toprak birleşmesi, bu açıdan, iradenin sessizce sönmesi, dünyanın irade olarak değil, yalnızca “temsil” olarak kalması, onun da en sonunda sıfıra, boşluğa, toprağa karışmasıdır.Hiçlik.Ölümün gizinin çözülemeyişi. Bu mısra bana A.Hamid Tarhan’ın Makber şiirini anımsattı. Hamit Ölümün sırrını çözemeyince

Ne’edelim büyükse devran, taksiri nedir küçükse insan diye isyan eder.

Vaktin Dem Düşleri”, mekânı (esrik akşamlar, fecrin coğrafyası, gök ekinli yurt, mezar toprağı), zamanı (dağılan vecd anları, fecr, vaktin demi, ömür) ve insanı (kendine yürüyen, kan ve din bağlarını geride bırakan, sıfırla ve hiçlikle yüzleşip sonunda anne-toprakla birleşen özne) aynı varoluşsal çerçevede toplar. Nietzsche’nin üst insan ufku, Russell’ın insanlık bilinci ve Şopenhauer’in irade kavramı, bu şiirin derin yapısında kesişir. İnsan, bu kesişme noktasında, ne yalnızca tarihî ve toplumsal bir varlık, ne de sadece metafizik bir soyutlama olarak kalır; zaman ve mekân içinde acı çeken, soran, anlamı sıfırda yitiren ve yine de “gizini çözmek için ömrünü vermeye” hazır bir varlık olarak belirir. Şiirin sunduğu dünya, iradenin karanlık ağı içinde kıvranan insanın, sıfırın yüce boşluğunda hem yok oluşu, hem de belki de tek gerçek özgürlüğü imzaladığı ince çizgidir.

 

 

[1] Keskin karamsarlık.

Bu yazı toplam 160 defa okunmuştur.
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim