- IMKB
% - Altın
5539.53
%0.05 - Dolar
41.9295
%-0.00 - Euro
48.7497
%0.01
- GÜNCEL
- RESMİ İLANLAR
- SPOR
- SAĞLIK
- POLİTİKA
- EKONOMİ
- YAZARLAR
- EĞİTİM
- KÜLTÜR SANAT
- DÜNYA
- GENEL
- YEREL
- ASAYİŞ
- ÇEVRE VE İKLİM
- 14:28 - HATAY’DA 786 SAKA KUŞU ELE GEÇİRİLDİ
- 14:18 - ÖĞRETMENLERE ARAMA KURTARMA EĞİTİMİ
- 14:08 - KÖPRÜ ÜZERİNDE ZİNCİRLEME KAZA: 4 YARALI
- 13:18 - BAŞKAN BAŞDEĞİRMEN: "GÖREVE GELDİĞİMİZDEN BERİ HEM TAMİRCİLİK HEM TEMİZLİKÇİLİK YAPIYORUZ"
- 13:03 - SALDA GÖLÜ’NÜN MASKOT GEYİĞİ, VATANDAŞLARLA KEYİFLİ ANLAR YAŞADI
- 13:03 - ANTGİAD’IN GELENEKSEL CUMHURİYET BALOSU
- 12:38 - YAŞLI ADAM HAMAMDA ÖLÜ BULUNDU
- 11:59 - ALTIN PORTAKAL'DA İLK GALA
- 11:45 - TİYATRONUN GÜCÜ TURİZMİ DÖNÜŞTÜRÜYOR
- 11:18 - AKDENİZ MEYVE SİNEĞİ İLE MÜCADELE SÜRÜYOR
- 11:18 - BAŞKAN SEÇER: "ORGANİZASYONUN KAZANANI DÜNYA BARIŞI OLDU"
- 11:15 - KALPTEN FESTİVAL BAŞLIYOR
- 11:03 - MERSİN’DE MEME KANSERİ FARKINDALIK EĞİTİMİ
- 11:01 - ANNESİNİN VASİYETİNİ YERİNE GETİRİYOR
- 10:58 - MERSİN GENÇLİK FESTİVALİ COŞKUYLA BAŞLADI
HASAN YAKUP CANGÜVEN / KONUK YAZAR


AÇIŞ VE KAPANIŞ KONUŞMALARI ÜZERİNE YAPILAN ELEŞTİRİLERE CEVAP
Konuya, özel gün ve haftaların anlamı, sivil toplum kuruluşlarının oluşumu ve Türk Ocaklarının tarihi misyonuna dair bir değerlendirme ile başlayarak girelim…
Toplumun tarihi, kültürel, dini, milli, sosyal ya da evrensel değerleri açısından anlam taşıyan resmi ya da gayriresmi olarak belirlenmiş “Özel Gün ve Haftalar”; hem bireylerin hem de toplumun ortak değerlerini yaşatmak, belirli olayları anmak, milli bilinç ve tarihi hafızayı diri tutmak, toplumsal birlikteliği güçlendirmek, toplumsal farkındalığı ve toplumsal duyarlılığı artırmak, çevresel ve evrensel değerleri vurgulamak, milli ve dini kültürel mirası yaşatmak ve ayrıca toplumun geniş kesimleri tarafından tanınan, benimsenen, eserleriyle, fikirleriyle, yaşam tarzıyla toplumun ortak hafızasına yerleşmiş, hizmetleriyle toplumun ortak kültürel ve tarihsel mirasına dâhil olmuş, kamusal saygı gören belirli kişi ya da kavramlara dikkat çekmek açısından oldukça büyük bir öneme sahip “etiketlenmiş” özel zaman dilimleridir. Ve bu özel gün ve haftalar sadece birer tarihi anmanın ötesinde aynı zamanda toplumun ruhunu, vicdanını ve ortak hafızasını diri tutan araçlardır.
Devletin, özel ve/veya ticari sektörün erişemediği alanlarda faaliyet gösteren, en önemli niteliklerinden biri siyasal otoritenin dengelenmesini sağlamak olan ve hükümeti denetleme ve kamusal uygulamalar hakkında bir farkındalık oluşturma misyonu taşıyan Sivil Toplum Kuruluşları (STK); kar amacı gütmeyen, devlet denetiminin olmadığı, devlet baskısından uzak ve üzerlerinde hiçbir belirleyici tesir ve elit unsurun bulunmadığı alanlarda gönüllü bireylerin devletten kuruluş izni dışında özel bir izin almadan bir araya gelerek yaptıkları ekonomik, sosyal, kültürel ve buna benzer faaliyetlerinin sorgulanma korkusu taşımadan, münhasıran büyük ölçüde bağımsız hareket ettikleri, belli olaylar karşısında tutum belirleyebildikleri, devlet içerisinde kendilerini rahatlıkla ifade edebildikleri, yönetim süreçlerine katılım sağlayabildikleri, birlikte yaşayabilme anlayışına katkı sağladıkları, gönüllülük esasına bağlı, rızaya dayalı ilişkilerle belirli bir toplumsal sorunu çözmek, kamu yararına faaliyet göstermek veya sosyal değişim yaratmak amacıyla kurulan örgütlenmelerdir…
Önemli günlerin, haftaların ve şahsiyetlerin anılması, hatırlanması ve bu doğrultuda gerçekleştirilen etkinliklerde Sivil Toplum Kuruluşları, kuruluş amaçları doğrultusunda önemli roller üstlenirler ve bu durum onlar için hem bir toplumsal sorumluluk hem de tarihsel bir aktarımdır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Türk Ocakları’nın şeklen klasik bir sivil toplum kuruluşu profiliyle örtüştüğü söylense de, aslında bu tanımın çok ötesinde bir konumda yer aldığını, bu sorumluluğu yalnızca yerine getiren bir yapı değil, bu sürecin fikri yöneticisi ve kültürel taşıyıcısı olarak (diğer STK’lardan) farklılaştığını (ayrıştığını) görmek mümkündür. Zira Türk Ocakları, her ne kadar tüm STK’lar gibi toplumsal bir soruna odaklansa da, geçmişten gelen köklü tarihi misyonuyla, kültürel öncülüğü ve nesil yetiştirme vizyonuyla, ideolojik duruşu ve milliyetçilik fikriyatı temelinde şekillenmiş yapısıyla diğer sivil toplum kuruluşlarından ayrılır. Türk Ocakları Türk milletinin tarihsel yürüyüşü içinde Türk milletinin ruh kökleriyle bağ kuran öncü bir teşkilat olarak varlığını sürdüren bir düşünce ve kültür ocağı olarak konumlanmıştır. Devletten bağımsız ama milletin ruhuyla barışık bir çizgide duran Türk Ocakları, sivil toplumun bir parçası olmakla birlikte, basit bir STK’ya indirgenemeyecek kadar derin bir tarihi ve ideolojik temele sahiptir.
1912 yılında Askeri Tıbbiyeli öğrenciler tarafından kurulan Türk Ocakları, Osmanlı Devleti’nin son döneminde Türk milletinin birliğini, kültürel kimliğini ve toplumsal dayanışmasını güçlendirmek amacıyla ortaya çıkmış; eğitim, dil ve tarih bilinci aracılığıyla milli şuuru canlı tutmayı; Türk milliyetçiliğini fikri ve kültürel temeller üzerinde yeniden diriltmeyi hedeflemiştir.
Milli Mücadele yıllarında Türk Ocakları Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlatılan kurtuluş hareketini desteklemiş, yalnızca kültürel bir kurum olmanın ötesine geçerek milli direnişin fikri ve toplumsal temellerinin atıldığı bir merkez hâline gelmiştir. Özellikle işgaller karşısında halkın bilinçlendirilmesi, milli birlik fikrinin yayılması ve Anadolu’da teşkilatlanmanın desteklenmesi noktasında büyük rol oynayan birçok Ocak üyesi cephede, bir kısmı ise halkı aydınlatmak ve bağımsızlık düşüncesini yaymak için şehirlerde ve kasabalarda görev almış, bağımsızlık fikrinin taşıyıcısı olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ve sonrasında da Türk Ocakları, Türk Milliyetçiliği fikrinin ve milli kimliğin inşasında öncü ve yönlendirici bir rol üstlenmiştir.
Türk Ocakları'nı olağan bir Sivil Toplum Kuruluşundan ayıran temel farklar arasında, ideolojik aidiyeti ve tarihsel sürekliliğinin ön planda olmasıdır. Çünkü sivil toplum kuruluşları çoğunlukla belli bir soruna odaklı olarak kurulurken ve zamanla değişen toplumsal ihtiyaçlara göre şekillenirken, Türk Ocakları kurulduğu günden bu yana "Türklük Şuuru", "Milli Birlik", "Kültürel Uyanış" ve "Medeniyet Tasavvuru" gibi temel değerleri muhafaza eden bir çizgide hareket etmiştir. Türk Dünyası’nı bir arada tutmayı hedefleyen düşüncesinden asla taviz vermeyen Türk Ocakları, bu yönleriyle yalnızca bir “sivil tepki” ya da “sosyal çözüm aracı” olarak değil, aynı zamanda “bir medeniyet tasavvurunun taşıyıcısı” olarak görülmelidir. Türk Ocakları’nın bu rolü, onu sıradan bir sivil toplum kuruluşundan ziyade, kökleri mazide olan bir "fikir okulu" ve "milli duruş merkezi" olarak konumlandırmaktadır.
Üzerinde özellikle durulması gereken bir diğer önemli husus da şudur: Türk Ocakları, tarih boyunca devletle tamamen kopuk bir çizgide yer almamış; kimi zaman devlet protokolüyle paralel bir anlayış benimsemiş, kimi zaman ise eleştirel bir mesafede durarak “Milli Menfaatler” doğrultusunda tavır almıştır. Bu durum, Türk Ocakları'nın ne tam anlamıyla bir muhalefet kurumu ne de tamamen bağımsız bir sivil oluşum olduğunu gösterir. Onu kurumsal şahsına münhasır, orijinal ve özgün kılan asıl unsur, devletin ötesinde millete karşı duyduğu sorumluluğu, ilmi, fikri ve kültürel alanlarda gerçekleştirdiği faaliyetlerle yerine getirmesidir.
Türk Ocakları, dün olduğu gibi bugün de, geleneksel değerlerle çağdaş gelişmeleri harmanlayan; milli kimlik şuuru ve Türk-İslam kültürü temelinde bir sosyal sorumluluk anlayışını benimseyen yapısıyla, klasik Sivil Toplum Kuruluşu tanımının ötesine geçen fikri bir harekettir.
Türk Ocakları, ne yalnızca bir baskı grubu, ne sadece kültürel etkinlikler düzenleyen bir dernek, ne de politik aktörlerin manipüle edebileceği sıradan bir sivil platformdur. Köklerini tarihi derinlikten alan Türk Ocakları, iktidarların değil milletin sesi olmaya çalışan; fikri bağımsızlığını koruyarak Türkiye’nin geleceğine katkı sunan köklü bir kurumdur.
Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Şahingöz’ün ifadesiyle:
“Türk Ocakları, Türk Milleti'nin ve Türk Devleti'nin bağışıklık sistemidir. Bu sistemin çökmesi; yani fikri, etik, kültürel ve kurumsal direnç mekanizmalarının zayıflaması, öz benliğinin savunmasız kalması ve asli değerlerinin unutulması; hem içten hem dıştan tehditlere karşı korunmasız hâle gelmesi demektir.”
Türk Ocakları yapısının önemli bir unsuru olan Ankara Şubesi, hem akademik hem de milli-manevi şuuru besleyen içerikleriyle, başta gençler olmak üzere tüm katılımcılara tarih bilinci ve fikri derinlik kazandırmayı amaçlayan; entelektüel donanımlarını geliştiren, düşünce dünyalarını zenginleştiren, onlara istikamet kazandıran, ortak değerleri pekiştiren ve nesillerarası değer aktarımında sağlam bir köprü işlevi gören yüksek nitelikli faaliyetler düzenlemektedir.
Her hafta Cuma akşamları Türk Ocakları Ankara Şubesinde kıymetli gayretlerle düzenlenen bu faaliyetler; alanında uzman akademisyenler, fikir ve düşünce insanları ve kurum içinden tecrübeli konuşmacıların katkılarıyla yürütülmekte; milli ve manevi şuuru besleyen içerikleriyle hem fikri birikimin aktarımına hem de kültürel sürekliliğe katkı sunmakta, ayrıca gündeme taşınması gereken toplumsal sorunlara ilişkin güçlü ipuçları vermektedir.
Haftalık kültürel etkinlikler ve anma programları aynı zamanda Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) sahaya indiği, toplumla temas kurduğu, gündemin arka planını okuma fırsatı bulduğu aksiyon alanların başında gelmektedir. STK’ların haftalık etkinlikleri yalnızca birer toplantı veya matine seansı değil, aynı zamanda toplumun kültürel derinliği, demokratik olgunluğu ve birlikte yaşama kapasitesi için hayati platformlardır.
Akademisyenler, kanaat önderleri, aktivistler, fikir ve düşünce insanları ve sivil toplum temsilcileriyle birebir temas kurulabilecek ender ortamlar yaratan bu etkinlikler; milletin ortak hafızasını tazeleyen, tarihten geleceğe köprü kuran içerikleriyle aslında birer “hizmet içi eğitim merkezi” hükmünde de yer almakta, çoğu zaman da kamuoyunun dikkatinden kaçan meseleleri görünür kılmaktadır.
Önemli gün ve haftalar, sivil toplum kuruluşlarının ve özellikle Türk Ocakları’nın kuruluş misyonu ile Ankara Şubesi'nin düzenlediği faaliyetler üzerine bu genel çerçeveyi aktardıktan sonra, kişisel bir tecrübeye değinmek istiyorum.
Sivil Toplum Kuruluşlarınca gerçekleştirilen yılın anlamlı gün ve haftaları vesilesiyle ya da belirli şahıs ve kavramlara dikkat çekmek amacıyla hasbi gayretlerle tertip edilen kültürel etkinliklerde yapılan açılış ve kapanış konuşmaları, yalnızca bir protokol gerekliliği olarak değil, aynı zamanda programın fikri bağlamını kurmak, konuşmacıyı tanıtmak, konuya dair kısa bir zihin canlandırması ve mazi hatırlatması yapmak ve dinleyicilere teşekkür etmek açısından da önem arz etmektedir.
Bu çerçevede, Türk Ocakları Ankara Şubesince gerçekleştirilen son dönem etkinliklerin açılış ve kapanış konuşmalarını çoğunlukla ben gerçekleştirmekteyim. Her program öncesi, haftanın konusu ve konuşmacının (konuğun) profiline ilişkin bir sayfalıyı geçmeyecek orta uzunlukta bir giriş metni hazırlıyor, kısa bir biyografi sunuyor; program sonunda ise konuşmacının öne çıkardığı hususları özetleyen, sohbetin özünü toparlayan ve konuğa ve katılımcılara teşekkür eden bir kapanış konuşmasını not aldığım metinden okuyor, soru sormak isteyen konuklardan gelen sorular ve konuşmacının verdiği cevapların hemen akabinde şube başkanını, günün anısına teşekkür belgesini takdim etmesi ve kısa bir hitapta bulunması için kürsüye davet ediyorum. Tüm bu süreç zamanla benim için düzenli bir sorumluluk ve haftalık tekrarlanan bir rutin hâline geldi.
Süre bakımından kimi zaman bir buçuk, kimi zaman üç, kimi zaman da beş dakikaya kadar uzayan bu konuşmalar; samimiyetinden ve iyi niyetinden emin olduğum bazı yakın dostlarım ve katılımcılar tarafından zaman zaman “gereğinden uzun”, “konuyu dağıtan”, “sözü fazla uzatan” ve “dinleyicinin dikkatini dağıtan” nitelikte dostça eleştirilere konu oldu.
Bu yapıcı eleştirileri, hem şahsi hitabet pratiğim hem de programların genel akışı açısından son derece değerli buluyor ve içtenlikle teşekkür ediyorum.
Demek ki dinleyici, retorikten ve belâgatten ziyade, kısa ve çabuk bitirilen konuşmalara daha fazla odaklanıyor.
Niyetim programa katkı sunmak, anlam dünyasını pekiştirmek ve yapılan işe fikri bir derinlik kazandırmak olsa da, gelen eleştirilerden, katkının biçimi ve süresinin doğru ayarlanmasının bu katkının etkisini artıran temel faktör olduğunu anladım.
Bu konuda hem dostlarımın hem de dinleyicilerin çok haklı olduklarını söylemeliyim. Zira hakikat, hatırdan önce gelir. Dostluğu alkışta değil, yapıcı eleştiride aramalıyız. Bizi sürekli övenlerden ziyade, varsa eksiklerimizi ve hatalarımızı dürüstçe ifade edenleri gerçek dost olarak kabul etmeliyiz. Bu vesileyle, kalplerinden ve zihinlerinden geçirdikleri doğruları bana söyleme cesaretini gösteren, yönlendirici tavsiyelerde bulunan samimi dostlarıma en harbi teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum.
Kıymetli dostlarım şunu bilmeliler ki; bu konuşmaların süresince bazen alışıldık çerçevenin biraz dışına çıkılsa da, bunun çoğu zaman bilinçli bir tercih olduğunu ifade etmek isterim. Açış konuşmasıyla yalnızca bir etkinliği başlatmakla kalmaz, o buluşmanın ruhunu, amacını, bağlamını ve katılımcıların bir araya geliş nedenini görünür kılmak istersiniz. Dolayısıyla, orada bulunan herkesi ortak bir duyguda ve düşüncede buluşturmak açısından açış konuşmalarının planlanandan birkaç dakika sarkmasını son derece tabi buluyorum…
Kapanış konuşmasına gelince; konuşulanları sadece birkaç kelime ile özetlemekle kalmayıp, ortak kazanımlarımıza, geride kalan katkılara ve geleceğe dair yönelmemiz gereken yollara işaret etmeye çalışıyorum. Biliyorum ki, iyi bir başlangıç kadar, etkileyici bir kapanış da hafızalarda yer eder.
Zamanın kıymetini ve zaman yönetiminin çok önemli olduğunu bilen, onu hoyratça harcamaktan kaçınan ve daha dengeli kullanmak için elinden gelen özeni fazlasıyla gösterenlerden biriyim. Hepimiz biliyoruz ki zaman, hayatta en değerli ama en kolay harcadığımız şeylerden biri. Zaman farkında olmadan avuçlarımızın arasından akıp gidiyor ve bir kez geçti mi geri dönüşü de mümkün olmuyor. Bu yüzden ben de zamanı olabildiğince dikkatli kullanmaya, onu verimli değerlendirmeye gayret ediyorum. Sohbet programlarında yapılan konuşmalar da aslında bu açıdan önemli bir yere oturuyor. Bir konuşmanın süresi elbette dikkat çekiyor ama asıl mesele, o sürenin içine ne kadar mesaj ve anlam sığdırabildiğimizde yatıyor. Bazen çok kısa bir cümle, uzun bir konuşmadan daha fazla iz bırakabiliyor. O yüzden açış ve kapanış konuşmalarımda paylaşacağım düşünceleri aktarırken dinleyicinin zamanını boşa harcamadan, ama aynı zamanda hakkını vererek değerlendirmeye çalışıyorum. Evet, zaman hakikaten çok kıymetli; hem konuşan için hem de dinleyen için.
Demem o ki; gelen eleştiriler ve yapılan değerlendirmeler sayesinde, dinleyici alışkanlıklarını ve toplumun genel okuma ve dinleme profilini bugün daha iyi anladığımı düşünüyorum. Bu da bana, (konunun önemine ve şartlara göre) hazırladığım metinlerde ya da konuşmalarımda daha kısa ve net cümleler kurmam gerektiğini açıkça gösteriyor.
Ancak burada bir başka hususu da “Üzerinde Düşünmeye” açmak istiyorum. Etkisi ve içeriği oldukça yoğun olan bu tür etkinliklerde, sadece 45–50 saniyelik ya da en fazla 1–2 dakikalık, sade ve kısa bir takdim ya da kapanış konuşmasının yeterli olup olmayacağı sorusu ciddiyetle ele alınmalıdır. Konunun derinliği ve bağlamı göz önüne alındığında, bu tür bir sadeleştirmenin ne ölçüde verimli olacağının değerlendirilmesinin gerektiğine inanıyorum.
Çünkü ne kadar dikkatli ve hassas olunsa da, iyi niyetli çabaların bazen iletişim kazalarına uğraması sık rastlanan bir durumdur. Açılış ve kapanış konuşmalarındaki uzun cümleler, fazla sayıda alt başlık, verilen örneklerin çokluğu ve konunun özüne ulaşmadan yapılan dolaylı girişler; bütün bunlar zamanla dinleyicide yorgunluk ve hatta bıkkınlık hissi yaratabiliyor.
Burada konuyu yalnızca “açılış ve kapanış konuşma süresi” üzerinden değerlendirmek sorunu tek bir kişinin üzerine yıkmak olmaz mı?
Program sunucusu konuşmasını elbette kısa, öz ve etkili tutmalı.
Peki, dinleyiciler?
Programda dinleyicilerden gelen söz hakkı talepleri de benzer bir soruna işaret etmiyor mu?
Sahnedeki konukla olan dostluklarını, aralarındaki şahsi hukuku abartarak, fazla kişiselleştirilmiş methiyelerle, “cilalı sözlerle övenlere” ne diyeceğiz?
Soru sormak veya katkı sunmak amacıyla mikrofonu kapan bazı dinleyicilerin, meseleyi kendilerine çevirip uzun uzun kendi yaşanmışlıklarından bahsetmelerine, kendini gösterme çabalarına, esas konuya hiç gelmeden programın süresini harcamalarına, “Bu söylediklerim gerçekten konuyu açıyor mu, yoksa sadece kendimi mi anlatıyorum?” diye düşünmeden “programı manipüle edenlere” ne diyeceğiz?
Sadece sosyal ve kültürel etkinliklerde değil, her ortamda lafın ve sözün fazlasını söyleyenlere, yineleyen, aynı sözleri tekrar üstüne tekrar eden; hem konuşana, hem dinleyene, hem de hızla akıp giden “zamana yazık edenlere” ne diyeceğiz?
Konuşmacının sözlerini tekrar etmek değil; lafın özünü, fikrin gücünü ve sözlerindeki önemli noktaları vurgulamak için yapılan sonuç değerlendirmesine; "Bunları konuşmacı söyledi. Biz geri zekâlı mıyız ki sen bunları tekrar ediyorsun" diyerek uluorta programın akışına ve sunucunun konuşmasına düşünüp taşınmadan, ölçüp biçmeden, rastgele müdahale eden “patavatsızlara” ne diyeceğiz?”
Böyle durumların ne konuşmacıya ne de diğer katılımcılara katkı sağlamadığı gibi bilakis, kalan sürede başka söz hakkı taleplerini de engellemektedir.
Etkinlikler hatırat paylaşım saatleri değildir; ortak aklın, müşterek fikrin harmanlandığı zeminlerdir. Konuşmak kadar dinlemek, aktarmak kadar anlamak da kıymetlidir. Soru sormak konuyu derinleştirmek için iyi bir fırsattır. Fakat burada bir gerçeği de unutmamalıyız; okuma ve dinleme alışkanlığı zayıf bir toplumda yaşıyor, dikkat süresi sınırlı bireylerin içinde bulunduğu topluluklara hitap ediyorsanız, konuşmalarınızı bu gerçeğe göre şekillendirmelisiniz.
Bir programın sonunda, emeği geçen herkese, katkı sunan her katılımcıya ve orada sunum yapan her konuğa hasbi bir teşekkür etmek, hem zarafetin hem de vefanın gereğidir.
Evet, takdir edilmek, bazen şiirle, bazen güzel sözlerle ifade edilen övgülerle ve bazen de anlamlı bir davranışla daha da anlam kazanır. İnsan ruhunu kabartan ve kendini iyi hissetmesini sağlayan bu tür zarif ifadeler, eğer yerinde ve ölçülü olursa ekip ruhunu güçlendirir; vefa ve aidiyet duygusunu pekiştirir. Ancak takdir duygusu abartıya dönüştüğünde, övgü ölçüsüzleştiğinde ve kişisel ilişkiler ön plana çıktığında, işte bu noktada program amacından uzaklaşmaya başlar ve dinleyici de ister istemez kendini orada bulunan konu mankeni durumuna düşürüldüğü hissine kapılır ki, bu da programın tadını iyice kaçırır.
Unutulmamalıdır ki, “Kamuya açık dernek programları” bir “övgü ve methiye kürsüsü”, bir “dost meclisi” ya da bir “sıra gecesi” değildir. Bu tür organizasyonlarda, gerek sunucunun ve gerekse mikrofonu elinde tutanın sorumluluğu; emeği geçenlere ölçülü bir teşekkür etmek ve herkesi kapsayan, saygılı bir dille konuşmaktır. Çünkü övgünün güzelliği kadar sınırı da kıymetlidir.
Ve şunu da açıkça ifade etmek gerekir: Sadelik, samimiyetin en etkili, en sahici biçimidir.
Sözün özü, dostlarımdan ve dinleyicilerden bu konuda aldığım uyarı ve eleştirileri önemsiyor ve değerli buluyorum. İşiniz, gücünüz, mesleğiniz veya yaptığınız herhangi bir işte “Eleştirilere açık olmayı ve geri bildirimde bulunmayı” sadece kişisel gelişim için değil, toplumsal fayda için de bir gereklilik, bir zorunluluk ve sosyal gelişmenin önemli bir faktörü olduğunu hafızalarımızda tutmalıyız.
Velhasıl; eğer konuşmayı “dinleyici” için yapıyor ve mesajınızı onlar vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırmak istiyorsanız, onların ritmini, dikkatini ve zamanını gözetmek, seslerine kulak vermek, eleştirilerini ve beklentilerini dikkate almak ve geri bildirimde bulunmak zorundasınız. Bu, sadece bir nezaket değil, aynı zamanda bir zarafettir.
Unutmayalım ki, anlatmak emek ister; ancak etkili anlatmak ve anlaşılır olmak, en az dikkatle dinlemek kadar büyük bir çaba gerektirir. Çünkü dinlemeden anlamak mümkün değildir.
Kendilerini “Biz bunları zaten biliyoruz” diye konumlandıran birilerine bir şey anlatmak da, onlarla gerçekten anlaşmak da mümkün değildir.
Zira “her şeyi bildiğini sanmak” iddiası, çoğu zaman kalbi de zihni de anlamaya, anlaşmaya, birlikte düşünmeye ve ortak akla kapatan, ve ortak bir payda da buluşmayı imkânsız kılan bir kibir perdesidir.
AÇIŞ VE KAPANIŞ KONUŞMALARI ÜZERİNE YAPILAN ELEŞTİRİLERE CEVAPHASAN YAKUP CANGÜVEN
"YALNIZ OLMAK, YALNIZ OLMAK DEĞİLDİR"GAZANFER ERYÜKSEL
MEDRESELER İSLAMİYETİN YAYILMASI İÇİN Mİ KURULDIU?ALİ YILDIZ
ÂHİLİKMUHARREM YELLİCE
SON DESTANCIHALİL ERDEM
TARLAYA KOŞAN BALIKŞENER METE
HERKESE LAZIM!..VEDAT GÜRHAN
KİMLİKLERİN KAPANINDA BİR TOPLUMTARIK ÇELENK
SERVİS ÜCRETİ ALINABİLİR Mİ?AV İBRAHİM GÜLLÜ
"SİZ HEPİNİZ, ALİ BIDI TEK"SÜLEYMAN EKİN
MÜEBBET HAPİS YA DA KAR SUYUNURİ SEZEN
KAYGILI İYİMSERLİKALİ İHSAN DİLMEN
VERGİ KANUNLARINDA YİNE YENİDEN DEĞİŞİKLİKLER KAPIDARAZİYE GÖK AKTAŞ
KALEİÇİ'NİN İÇME SUYU SORUNUTURGAY ALP
AHLAKA, HUKUKA VE GERÇEKLERE DÖNELİMPROF DR SAMİ SELÇUK
SANATTAN KAZANDIKLARINI SANATEVİNE YATIRDIKAHRAMAN KÖKTÜRK
DEVLET ADAMI VE TÜRKÇE ÜZERİNEBEKİR DİREKCİ
TERÖRSÜZ TÜRKİYE Mİ?ERDOĞAN KAHYA
UNUTULAN ZAFERİN SESSİZ ÇIĞLIĞIPROF DR RAMAZAN DEMİR
ASLINDA HERKES AYNI PARTİDE!EŞREF URAL
ANTALYA'YI NE YAPMALI?CEM ARÜV
BİR FUARIN NABZI, BİR ŞEHRİN TADIGÜRSEL KAYA
TRİBÜNLER HER MAÇ BOŞ! NEDEN?ONUR BAKİ VURAL
ANTALYA TRAFİĞİNİN HÂL-İ PÜR MELÂLİAV CENGİZHAN GÖKÖZ
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim













