Bugün 29 Kasım 2025 Cumartesi
  • Antalya13 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    5762.826
    %0.00
  • Dolar
    42.4927
    %0.00
  • Euro
    49.3061
    %0.01

HASAN YAKUP CANGÜVEN / KONUK YAZAR

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
HASAN YAKUP CANGÜVEN / KONUK YAZAR

CAM KENARI…

28 Kasım 2025 Cuma 23:51

İnsanların herhangi bir yerde karşılaşmaları gerçekten beklenmeyen, önceden planlanmamış sıradan bir tesadüf müdür?

Yoksa belirli bir kesişmenin anlam taşıyan bir rastlantısı mı?

Ya da tüm bunların ötesinde, idrak sınırlarımızı aşan; insani duyularla hissedip kavrayamayacağımız bir “hikmetin” anlam örgüsü içinde yer alan derin bir sebebe mi dayanır?

İnsanların bu karşılaşmaları, çoğu zaman hayatın sıradan ve olağan akışı içinde; bir cadde üzerinde, bir kitapçı rafının önünde, bir hastane koridorunda, bir alışveriş merkezinde, bir panel, toplantı veya konferansta, bir sinema ya da tiyatro salonunda yahut hiç beklenmeyen bir yol ayrımında gerçekleşmiş gibi görünür. Ancak biz, o anı çoğu kez basitçe “hoş yahut nahoş bir tesadüf” olarak nitelendirip geçiştiririz.

Oysa kimi zaman “tesadüf” dediğimiz bu anlar, karşımıza hiç tanımadığımız ve ilk kez karşılaştığımız öyle insanlar çıkarır ki; onları gördüğümüz ilk anda, sanki çok eskiden beri tanıyormuşuz gibi derin ve açıklaması güç bir aşinalık hissine kapılırız.

Geçmişten gelen, köklü bir yakınlık hissi uyandıran bu duygu; aynı coğrafyayı, aynı toprağı, aynı kültürü, aynı ideolojiyi, aynı düşünceyi, aynı fikri, aynı inancı ve belki de aynı yaşam tarzını paylaşıyor olmanın ortak dilidir aslında. Tıpkı aynı ayak izlerinde yürümek, aynı tarlada çapa yapmak, aynı harmanda buluşmak, aynı topraklarda büyümek, aynı güneşin altında yanmak, aynı rüzgârla serinlemek, aynı ayazda üşümek ve aynı sofrada ekmeği bölüşmek gibi…

İşte bütün bu mahalli ve yerel referanslarla milli, manevi ve ideolojik kodlar, insanların daha ilk karşılaşma ve tanışmalarında onları birbirlerine yakınlaştıran görünmez bir bağ örer.

Sahteliğin, yapaylığın ve samimiyetsizliğin bulunmadığı; sadakatle ve güçlü bağlarla kurulan dostluklar ile ortak ilgi alanları, ortak yakın çevre, gündelik hayat pratikleri ve bir arada bulunma sebepleri üzerinden şekillenen arkadaşlıklar; yalnızca birlikte geçirilen hoş vakitlerin, paylaşılan acıların, hüzünlerin, sevinçlerin ve biriktirilen güzel anıların toplamı değildir.

Bütün bu ilişkiler, insanı kimi zaman inciten kırgınlıkların, belirli bir mesafenin konulduğu dargınlıkların, duygusal kopuşların yaşandığı küslüklerin, kalbi yoran münakaşa ve tartışmaların ve fakat aynı zamanda sabır ve tahammül kapasitesinin de ölçüldüğü derin bir sınav alanıdır.

***                                                                                      

Çok da uzak sayılmayacak geçmişte, anlamını bugün daha iyi kavradığım böyle bir tevafukla karşılaştım. Çok önem verdiğim bir sivil toplum kuruluşunun genel kurulunun ardından, daha önce hiç tanımadığım bir zatın tebrik amacıyla gerçekleştirdiği ziyarette yaptığımız selamlaşma, sanki aynı coğrafyanın, aynı toprağın, aynı kültürel değerlerin izlerini paylaşıyormuşuz, sanki uzun yıllardır tanışıyormuşuz gibi, bende benzer bir hissiyat ve derin bir tanıdıklık duygusu uyandırdı.

Adına ister tevafuk, ister tesadüf, isterse rastlantı diyelim… Aynı kökten gelen ortak kodlar, bizi aynı idealin, aynı düşüncenin, aynı ağacının dalları altında ve aynı ateşin ocak başında bir araya getirmişti.

Tanışıklığımızın ilerleyen zamanlarında, gerek telefonla gerekse yüz yüze görüşmelerimizde, geleceğe dair planlarından bahseder; iyi bir üniversitede çalışmayı, öğrencilere, topluma, vatana ve millete faydalı olmayı arzuladığını anlatırdı.

Sanırım bir ikindi vaktiydi… Şehir merkezinin en hareketli caddelerinden birinde kalabalığın arasında yürürken, yorulmuş, oturup çay içip, dinlenebileceğimiz sakin bir yer arıyorduk. Gün, keyifli başlamıştı. Konuşmalarıyla dışa vurduğu kalbi duyguları, söylediği sözler, kurduğu cümleler, duygusal ve zihinsel tepkisini ele veren mimikleri, elleri, kolları ve başıyla oluşturduğu jestleri, onu ve iç dünyasını daha yakından tanımamı, davranışlarının ardındaki niyeti daha doğru okumamı kolaylaştırıyordu. Yazın yakıcı sıcağında dondurma yemeyi çok sevdiğini sık sık söylemesi, onun içindeki çocukluğu saklamayan doğal ve candan bir insan olduğunu hissettiriyordu. Açtığı telefonların çoğunda, “Dondurma ve künefe ısmarlayacaksan geliyorum” diye takılır; o cümleyi her duyduğumda zihnimde, bir ikindi vakti, Kadirli’nin Köprübaşında, Uzun Çarşıda, Andırın Caddesinde, Derviş Paşa Caddesinde veya bu güzel şehrimin kalabalık sokaklarında sırtlarında ağır haşlama ve dondurma küfeleriyle dolaşan seyyar satıcıların çocukluğumdan kalan silik ama bir o kadar da neşeli ve telaşsız hatıraları canlanırdı.

Her defasında sohbetimiz tatlı başlar, ama sonu çoğu zaman uyuşmazlıkla biterdi. Kolay kolay ikna olmayan, konuşmalarının ve sözlerinin sonuçlarını hesaba katmayan, aklından geçen her şeyi sakınmadan söyleyen farklı bir mizacı vardı.

Dikkatimi en çok çeken şeylerden biri, sözlerinin sonunda menfaatini sorguladığı şu cümlesi olurdu: Bu işte menfaatim ne olacak?

Sanki her adımını yalnızca kendi çıkarına göre atıyor, özündeki samimiyetten uzaklaşıyordu. Öyle ki, yüksek tahsiline dayanarak herkesin karşısında hazır ola geçmesini bekleyen; kendisini alanında tek ve tartışılmaz derecede yetkin gören, adeta bulunmaz hint kumaşıymış gibi davranan bir tavır sergiliyor; işi ve geleceğiyle ilgili alternatif kaynaklara müracaat etmekten uzak duruyor, uyarılarımı dikkate almadığı gibi umursamaz ve küçümser bir tutum takınıyordu. Bu yüzden her sohbetimiz hem keyifli hem de bir o kadar tatlı-sert geçiyordu. Sürdürdüğü bu tavrı, ona duyduğum güven duygusunu zaman içerisinde ciddi biçimde zedeledi.

İnsan ilişkilerinde en büyük sorun çoğu zaman güven duygusudur. Bu duygu bir kez zedelendi mi, yerini hızla şüpheye bırakır ve şüpheyi oradan söküp atmak neredeyse imkânsız olur. Çünkü güven, “insanın, elinde ispatı mümkün olmayan bir şeye duyduğu inançtır” aslında.

Güven duygusunun ne kadar kırılgan olduğunu bildiğim için, duygusal üstünlük kurmak isteyenlerin sıkça başvurduğu ve kendilerinin dahi rasyonel bir cevap veremeyecekleri “Bana güvenmiyor musun?” sorusuna her zaman temkinli yaklaşmışımdır.

Çünkü bu soru, çoğu zaman gerçek bir çözüm arayışından ziyade, art niyetli insanların kendi hatalarının üzerlerini örtmek ve sorumluluğu karşı tarafa yüklemek için kullandıkları en profesyonel yöntemlerden biridir. Bu nedenle “gerçek güven” böyle manipülatif sorularla değil; şeffaf ve açık bir iletişim kurarak ve sözünde durarak tesis edilir.

***

İnsanlar bazen farkında olmadan yanlış cümleler kurabilir, hatalı sorular sorabilir ve hatta hoş olmayan, lakayt cevaplar verebilir. Yine sohbetin yönünü en çok onun sorularının belirlediği bir günde, bazı anlamsız ve sorumsuz davranışları karşısında gösterdiğim tepki onu kırmıştı. Oysa söylediklerim, yaptığım uyarılar ve verdiğim sert cevaplar, hayatın içinden, herkesin her zaman ve her yerde duyabileceği türden şeylerdi…

O ikindi vaktinin ardından içim öfke dolu ağır bir yükle günü tamamladım. Aradan geçen birkaç gün boyunca hiç görüşmedik. Ona bu defa her zamankinden daha çok kırgındım. Ta ki ondan gelen iki kelimelik “abi nasılsın” mesajı alana kadar… O mesaj, içimdeki öfkeyi dağıtmış, kırgınlığımı ise hafifletmişti.

İnsan, kırdığı birine doğrudan özür dilemese bile; atılan bir “nasılsın veya merhaba” mesajı, açılan bir telefon ya da tebessüm yüklü bir emoji;  “pardon” demenin, “hadi barışalım” demenin, “daha fazla uzatmayalım” demenin en nazik, en zarif ve en pratik moral veren yollarından biridir.

Arkadaşlar birbirine kırılabilir, gücenebilir, darılabilir, hatta küsebilirler de; ama eğer aralarında kalbi bir samimiyet varsa onarılabilir ve yeni baştan başlanabilir. Belki de arkadaşlıkların en sağlam temeli, böyle küçük tartışmalardan sonra atılıyor, kırgınlıklar bazen daha bir anlayışla karşılandığında daha güçlü bağların oluşmasına vesile oluyor.

Her ne kadar latife dolu birkaç mesajdan sonra eski samimiyetimize döner gibi olsak da, içimde ona karşı koyduğum ve korumaya devam ettiğim bir mesafe vardı artık.

Ona karşı hiçbir zaman kırıcı veya yargılayıcı olmadım. Onu korumaya, palyatif bir yaklaşımla değil, hayatına daha kalıcı ve sürdürülebilir bir işle devam etmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Dinlemedi… Ancak onu tanımaktan memnun olduğumu; şehirlerarası uzun yolculuklarda, eski model 0302 Mercedes otobüsün geçtiği güzergâhlarda cam kenarında oturup yıldızları, bulutları, doğayı, şehirleri, beldeleri, köyleri ve deniziyle dolu o eşsiz manzarayı seyrederek seyahat etmenin insana verdiği iç huzur gibi, onunla sohbet etmekten çoğu zaman büyük bir keyif aldığımı içtenlikle söylemeliyim…

Evet; bazı insanlarla birlikte oturup kalkmak, varlıklarıyla zaman geçirmek, tıpkı bunaltıcı uzun yolculukları ferahlatan, daralan kalpleri genişleten bir otomobilin, bir trenin, bir uçağın, bir geminin ya da başka ulaşım aracının “cam” kenarı gibi size sessiz bir huzur verir; bir “zaman makinesi” gibi sizi geçmişe, doğup büyüdüğünüz, çocukluğunuzu özgürce yaşadığınız topraklara alır götürür.

Cam kenarı deyip geçmeyin. O camın ardında uçsuz bucaksız manzaralar akar. İnsan, hayatın o keşmekeş telaşında boğuşurken, dışarı baktığı camdan kendini doğaya, kendi kendini sürekli değiştiren, canlı ve cansız her şeyi kucaklayan, onları bağrında barındıran ve aynı toprakta birleştiren tabiatın huzuruna bırakmak ister; yaptığı işin, yaşadığı çevrenin yaydığı strese karşı bir nefes, bir ferahlık arar. Camın ötesine uzanabilmenin hayaliyle, belki de görünmeyeni görebilmenin umuduyla o camdan dışarı bakar durur.

Aslında hayata ve olaylara bakış da böyle değil midir?

İnsanların kendilerini hapsettikleri, içinden çıkamadıkları çerçeveleri, kuralları, prensipleri, alışkanlıkları yok mudur?

Evet, herkesin bir çerçevesi var ve asıl mesele o çerçevenin içine neyi koyduğunu ve ne ile doldurduğunu görebilmesidir.

Cam kenarında oturmak, bazen sadece seyretmek değil; çerçevenin dışını fark edebilmek, hayata başka bir yerden, başka bir noktadan, farklı bir açıdan ve farklı bir pencereden bakabilmektir. Ancak çoğu insan, kendisine, ruhuna ve kalbine daha yakın olabilecek fırsatları kaçırdığını bilse de, aynı noktadan, aynı açıdan, aynı pencereden dışarı bakmaya; hayatı bir rutine hapsolmuş şekilde yaşamaya; değişime, dönüşüme, gelişime kendini kapatıp, inadına direnmeye devam eder…

En uzun mesafe, iki insan arasındaki duygusal ve zihinsel mesafedir. Ve o mesafe yalnızca kalpte aşılır. Kalbin sığdığı yere, beden de sığarmış. Zaman en iyi ilaçtır; aldığı sessiz yolculukta her şeyi onarır, tamir eder, ve fakat mutlaka parmak izi bırakır.

Gözden uzak olan gönülden de uzak olunca, araya giren duygusal ve zihinsel mesafenin zamanla kapanıp kapanmayacağını bilemeyiz, ama çerçeveye koyduğumuz bir fotoğraf, geride bıraktığımız anıları bize hatırlatır ve o anılar, kalbimizde hoş bir seda olarak kalır. Yeter ki kalplerimizdeki hasbi ve harbi samimiyeti kaybetmeyelim.

Hayat belki de tam olarak böyle bir şeydir. İnsan, bazen içinden geçtiği yolları anlatamaz; ama nereye gitse, aklında ve kalbinde yürüdüğü izleri beraberinde taşır. O izler, bazı insanların ruhunda bir “cam kenarı” gibi yer eder ve bir “zaman makinası” gibi dün ile bugün arasında ring yaptırır.

***

O arkadaşa gelince…

Acıma duygusu öfkenin önüne geçince, kızamıyor da insan… Karşısındakinin zayıflığı, çaresizliği ya da hatalarının ardındaki kırılganlığı gördüğünde “kızmak, öfkelenmek, ses yükseltmek” yerine hoş görüyor...

Şehrin kalabalığında onunla ne zaman karşılaşsam, her baktığımda bana ilkokul çocukluğumu, ortaokul gençliğimi, lise yıllarımın yetişkinliğimi, tarlalarında yaptığım çapaları, topladığım pamukları, kamyonlara yüklediğim karpuzları, o verimli Çukurova topraklarını hatırlatan; tıpkı 1965 model bir yolcu otobüsünün arka tekerleğin cam kenarında, uğultu veren sesi eşliğinde doyduğum topraklardan, doğduğum topraklara alıp götüren,  bir meltem serinliğinde içimi ferahlatan “tatlı bir anı” oldu… 

Hayatın günlük olağan yaşam döngüsünde karşılaştığımız, tanıştığımız ve selamlaştığımız her insan bize ya bir şey öğretir ya bizde bir şeyi değiştirir ya da bir şeyleri alıp götürür.

Sosyal bir canlı türü olan insanın adım attığı her mekân, başına gelen her olay, tattığı acılar ve sevinçler dışarıdan bakıldığında bir tesadüf gibi görünse de hepsi bir imtihan, bir ders veya gözünden kaçan, beşeri duyularla fark edemeyeceği bir anlam ve gizli bir hikmet taşır.

Hayatta hiçbir karşılaşma “tesadüf” ya da “rastlantı” değildir; hiçbir “merhaba” asla ve boşuna edilmemiştir…

Her biri, belirli bir nedenselliğin, anlamın, iradi ya da gayriiradi yönelişlerin izlerini taşır.

Ve hayat, kontrolümüz altında sandığımız onlarca izin peşinden, bizi sürekli başka yerlere sürükler durur…

Bu yazı toplam 121 defa okunmuştur.
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim