Bugün 31 Aralık 2025 Çarşamba
  • Antalya6 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    5991.632
    %-0.17
  • Dolar
    42.9394
    %0.09
  • Euro
    50.4525
    %0.17

ALİ YILDIZ / KONUK YAZAR

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
ALİ YILDIZ / KONUK YAZAR

BİR KÜÇÜCÜK ALİCİKTİM

31 Aralık 2025 Çarşamba 00:07
 
Bir garip Aliciktim. Bizim yaşımızdaki köylü çocuklarının ortak eksikliği doğum günü ve tarihidir. Yüzde 90 doğum tarihini gün ay olarak bilmez. Çoğu uydurmadır yazılı günlerin.Benimki de öyle.
Ben de 35 yaş civarında anama sordum “Ana ben ne zaman doğdum?” diye. “Oğlum Sen Zemheri Çocuğusun” dedi bana. Zemheri eh yaklaşık olarak 20 Aralık 20 Ocak arası gibi. “Ana sen kafanı toparla o günlerde ne oldu kim geldi kim gitti, mahallede hangi çocuklar doğdu falan daha hassas düşün diye oturduk hesapladık. 2 Ocak gibi bir tarihe denk düşürdü anam. O zamanki ajandama da yazmıştım bunu Ama artık ajandayı da attım.
Tam günü belli olmasa da Ocak ayının başında doğmuşum ama babam beni 4 Ağustosta doğmuş gibi yazdırmış. Eskiden köylerde öyle olurdu. Kırk yılda bir çarşıya kazaya inen evin erkeği veya babası resmi dairelerdeki işlerini de ona göre ayarlar yazılacak çizilecek, ödenecek ne varsa o günde yapılırdı. Buna dair örnekleri Gazipaşa Tarihi kitabımda ve Sarnıçlar kitabımda yazmıştım.
Bir garip Aliciktim. Bir yanı susaya bir yanı denize bakan babama ait tek odalık bir evde doğmuştum.
Abdurrahman’dan olma, Ümmü’den doğma bir garip Alicik. Abdurrahman ve Ümmü’ye dedem Yusuf Kiya’nın 7 odalı koca konağından sadece bir oda düşmüştü. Koca konak Yusuf Kiyaya da dedesi Mustafa Kiya’dan kalmış. Konakta dört beş aile birlikte yaşamışlar Dört ailelik kısmının birkaç yılını ben de biliyorum. Abdurrahmen ve Ümmü’nün Koca konakta her şeyleri bu odacıktı. Burun evin merdivenini ve ön çardağını birlikte kullanırlardı. Bizim odanın güney çardağı yoktu. Emmimin evinin geniş bir kuzey çardağı dar bir güney çardağı vardı.Burun evin de güney çardağı vardı. Doğrusu bir Çelebi emmim ile Veli Emmimim oğlu Mevlüt emmim arasında sıkışıp kalmıştık.Sonra bababm başka bir ev yaptırdı oraya taşındık.
Büyük dedemin adını vermiş babam bana. Ali Efendi derlermiş büyük dedeme. Onun için anam benim beşiğimi sallarken “Ali Dedem nenni nenni” diye sallarmış. Biraz aklım ermeye yüz tutup kocaman bebek olduğumda hala beni aynı nakaratla sallayan anam, bu beşik yakımını unutursa ben ağlar, “ama bana Ali Dedem demedin” diye darılmaya kalkarmışım.
Evimizin önünden iki tarafı taş duvarlı bir yol geçerdi. Belli ki çok eski bir yoldu bu. Hayvan çığırlarından kimi parlamış kimi aşınmış taşlar eskiliğine işaret ederdi. Gazipaşa cihetindeki Taşlı Yalgan’dan itibaren takır takır nal sesleri evin pencerelerinde duvarlarında yankılanır, gelen merak edilir, evin önüne çıklılır, görebildiğimiz kadar başımızı uzatıp bakar bir tahminde bulunmaya çalışırdık. Haberli bir yolculuk olmadığından kim geldiğini tahmin etmek iyi bir şeydi herhal.
Suyu deredeki çeşmeden getirir, ışığı çıra veya fenerden temin ederdik. Bir de babamın çakır gözlerinden alırdık ışığı. O gözler ne gözlerdi Allahım!. Ve anamın gülücüklerinden! Ne güzel gülerdi anam benim bilir misiniz? Işık için ne zaman alındığını bilmediğim küçük bir gemici fenerimiz vardır. Emmimin evinde idare lambası da vardı ama biz idare lambası kullanmadık. Akşamüstü fenerin camı temizlenir eksik ise gaz yağı tamamlanır fitili kontrol edilirdi. Daha sonraları Lüx lambasını da tanıdık
Isınmayı, bilmezdik, kızınma derdik ısınmaya. Ateş kızınmak deyimi bize aittir. Isıyı evin ocaklığına konan piynar kökleri ve tefek ağdırılan pelitlerin budanan dallarından, sakızlak çalısının ve boynuz-çakalı ağaçlarının kesilen gövdelerinden elde edilmiş kıymetli odunlar verirdi bize.. Bir de gündüzleri kuytu yerleri seçer, Allah’ın güneşinden ısınırdık duvar diplerinde.
Meşe odunu ısıyı verdiği gibi bir de külünü verirdi bize. Sabunlarımızı oylum oylum köpürten küllerini. Kireçli suları durultan küllerini verirdi meşe odunu bize.
Annemin babası İstiklal Harbi gazisi Emrullah dedemin yün abasının yan ceplerine yerleştirdiği dilimli küçük yafa portakalları da ısıtırdı beni. Haftada bir kez bizim Şanşa camiine namaz kıldırmaya gelirken, abasının yan cebine koyduğu küçücük dilimli portakalları 5.km.
 
boyunca mübarek elleriyle okşaya okşaya ısıtır ve ilk karşılaştığımızda sıcacıkken bana verirdi. Ben onun geldiği saatlerde oyunda-oynaşta olduğumdan ve o zamanlar ancak kış aylarında portakalımız olduğunu hesap edersek, üşümüş ellerimle bana verilen “dede sıcaklığındaki” portakala sığınarak ısınırdım herhal.
Herkes gibi soğukta donar, ısıcakta yanardım. Soğukta sadece donmaz aynı zamanda ayazda kürütürdük. Kürütmek soğukta üşüyüp eli ayağı çekilmek gibi bir şey eskiden kullanırdık bu lafı.
Bir küçücük Ali olarak çaresiz ölümlere yanardım. Hele küçüğüm Ayşe’nin ve Ekrem’in ölümlerine çok yanmıştım. En çok da anamın bu ölümlerde yaşadığı yangınlığına yanardım. Ayşe 5 yaşında ve Ekrem bir buçuk yaşında bu dünyadan gittiler.
Eşek teper, köpek ısırır, zambır sokardı beni. Merdivenden yuvarlanır, çıktığım badem ağacını tepesinden saman torbası gibi zapıradak yere çakılır, korkuluğu olmayan çardaktan karanlıkta uçardım. Beni “şeytan geloru” diye korkuttuklarında hem şeytana söğdüğümü hem de aynı anda çardaktan uçup kendimi yerde bulduğumu hatırlıyorum.
Bayılmamıştım ama kafamdan kan şoruluyordu. Anam, “Allahım yarılga diye” çığrınarak yetişti. Alıp kucağına yukarı çıkardığında kafadan fışkırıyordu kanlar. Beni karalıkta korkutanları hiç şikâyet etmedim, çünkü onlar benim oyun arkadaşlarımdı ve yarın öbürgün bana yine lazımdı. Ama yarın öbürgünler iki ayı buluverdi. Demek ki iyi dağılmıştı benim kevki.
Uçtuğumda kafamdan 4-5 tane delik açılmıştı. Kırılan kafama bal derisini giydirerek acayip bir geleneksel sargı ile bir kaç ayda kapanırdı kafadaki kırıklar.
Yani her şey normaldi. Çünkü ben küçücük bir Aliciktim. Olacaktı böyle şeyler ve çocuk kısmı düşe kalka büyürdü bizim günümüzde..
Cuma akşamları (aslında Perşembe akşamlarıdır) babam ikindi namazını eda edince selam verip, tesbih duasını yaptıktan sonra, kurandan bildiği birkaç seçme ayeti okurdu. “Emenerresulü” ve “Vedarabelena” bunların başında gelirdi. Bunlar okunmadan önce ikindi vakti melekler evimizi ziyaret ettiğinde eli boş dönmesin diye anamın yaktığı günlük reçinesinden tütsüler, çevreye uhrevi bir anlam verir, o anda meleklerin evimizi ziyarete geldikleri söylenirdi. Günlük tütsüsü bizim köylerde çok yetişen tesbih çalısının köklerini bir kurdun kemirmesi ile ortaya çıkan raçineye derdik. Çok güzel tüterdi günlük. Bizim köyün ve yakın köylerin Günlükçüsü Şanşalı Deli Yusuf idi. Dünyanın en iyi insanına bir iki sağlık engeli yüzünden deli diyorduk. Babamın kalın-boğuk ve titrek sesine günlük kokuları karışır gider, odada kokulu ve nağmeli bir manevi hava dolaşırdı.
İşte tam bu anda “indiler gökten melekler saaaf, saaaaf!” diyen bir hocanın sesi çınlardı kulaklarımda. Bu bir algıdır. Madem ki evimizi ziyaret ettiler elbette gökten saf saf inmişlerdir.
Mevlid okunurken bu girişi de en güzel Yolcu Emmim yapardı. Sesi metalik mikrofonik, net ve derinlikli idi. Gırtlak varyetesi çok hoş idi.
Ata binmeyi babamın kucağında öğrendim. Atı sulamayı, yorgun atın su vermeden önce gezeletilip(dolaştırılıp) normalleşmesinin sağlanmasını, yemin ve samanın nasıl ve ne zaman verileceğini de babamdan öğrendim.
Ata su verilirken ıslık çalmayı ve onun bu ıslık sayesinde daha neşeli su içtiğini de onlardan öğrendim. Meğer bu ıslık işi atın su içtiğinden zevk alması için bulunmuş bir çözüm imiş. Koyuna ve deveye takılan çan ile su içen ata ıslık çalınması aynı işlevi görürmüş. Yani hayvanlar da bizim gibi musikiden hoşlanır, musiki ile uslanır, akıllanır, verimleri artarmış. İnek ve keçi süt sağarken kendini salıversin diye onun sağımcısı ona insandan bile esirgediği iltifatları sıralarmış.”Duruversin gara gızım, duruverir benim yazmışım” diye sanki ikna ederlerdi onu. Bu iltifatlar ve ıslıklar insan ile hayvan arasında kurulan en güzel musiki köprülerindendir.
At sulamak çok zevkli bir şeydi. Çünkü atı çeşmeden sulamaya götürürken de dönerken de çıplak sırtına atlayıverirdim bir duvar kenarında. Babam bakarmış ata bineceğim diye dakikalarca onunla nasıl uğraştığıma, “boyu yetmedi keratanın” dermiş anama. Atı kaşağılamayı da babamdan öğrendim ben. Kaşağılarkan onun içindeki demir halkaların çıkardığı şık şıkların ; “tıkgıdı tık, tıngıdı tık”, deyişini belki de doru atımızdan fazla severdim. Kaşıdıkça gerneşirdi at, adeta belini uzatıverirdi önüme. Atın sırtını şıngırtılı kaşağı ile kaşırken belini nasıl salıverdiğini ve burnundan “hı-hı-hı” diye sevincini belli edişlerini hiç unutur muyum?
Benim de kaşınır sırtım. Ne kadar temiz yıkansam keselensem illa ki kaşınırım ben. Birisi beni tatlı tatlı kaşıdığında sırtımda duyduğum rahatlığı mutlaka benim doru atım da istiyormuştur. Kaşağıdan sonra sökülen kılları gebre denilen bir kıl eldivenle toparlanır ve hayvanın sırt rahatlatılırdı. Onu da büyük bir titizlikle yapardı babam. Toparlanan kılları dışarı çırpar gebreyi tekrar son perdah olarak hayvanın sırtında gezdirirdi.
Hayvanın karın altı pek kaşınmaz, hayvanlar da gıdıklanır biliyor musunuz? Onun için karın altı ve apış aralarına sadece gebre sürülürdü. O vakit huysuzluk etmezdi hayvan. Öteki türlü kaşağı ile yaparsan gıdıklandığında tekme atar veya huysuzlanır homurdanırdı.
Babam atı kayarlarken de çok dikkatli bir şekilde seyrederdim onu. Anamın atın arka ayağını tutup kaldırırken kuyruğunu ayağına dolayışını, sıkıca tuşunu. Babamın eskimiş mıhları tek tek koparak parçalanmış nalı ayaktan söküşünü, aynı işlemi tekrarlamak içi diğer ayağa geçişleri ve eski naldan kurtulan ayağın dinlendikten sonra tekrar kaldırılıp kuyruk kılları ile sarılışını babamın atın tırnağını, bir saat kadar önce eğelediği keskin sunturaç ile düzgünce yontuşunu, tırnağın yakaladığı avucundan bileğine doğru sunturacı hızla çekerken aman şimdi bileklerine kayacak diye yaşadığım korkuları da unutmam.
Sunturaçla yontulan tırnaktan ekşimiş bir çürük kokusu çıkar ve genzimizi yakardı. Ama sunturaçla soyulduktan sonra tırnak tertemiz olur, babam kalan pürüzleri de törpülerdi.
Yeni nal ayağa ölçülür, alınan ölçüye göre nal çakımına başlanırdı. “İyi dut avrat” derdi babam. Sonra “Bismillahirrahmanirrahiym” diyerek ilk çiviyi çakardı. Anam zaten onun böyle talimat vereceğini bildiği için hazırlıklı olur ama babam gene de tembihlemekten vazgeçmezdi.
Nal iki karşılıklı mıh ile çakıldıktan sonra dengesi kontrol edilir ve boş kalan mıh deliklerinin çivileri de çakılırdı. Çakılan mıhların tırnaktan çıkış noktalarındaki tırnak çapakları törpülenerek, çivinin tırnağa iyi perçin yapılması sağlanır. Mıh uçları uzunca kesilerek tırnağın üzerine yatırılır ve perçin kısmına kerpeten dayatılarak, mıh başlarına çekiçle vurup perçinleme sağlanır.
Yeni ayakkabı nasıl adamın yürüyüşünü değiştirirse, atın yeni nal ile dolaşması da aynı derecede fiyakalıdır.
Babam çok güzel at ve eşek palanı basardı. Onun palanın telisini eşeğin sırtına ölçüşü, dikiş ve kesim paylarının verilişi, ve içine basılan havut otu ( göllerde yetişen saz)’nı önce su ile tavlayıp yumuşatışı, sonra onları ortalama olarak kesişi, birkaç yerden boğumlayışı, uçlarını keserek yuvarlatıp, teğellenmiş hücrelere doğru dikkatlice itişini ezberleyecek gibi seyrederdim.
Babam iyi bir tütün tiryakisi idi. Kendi anlattığına göre 7 yaşında iken dedem alıştırmış onu tütün içmeye. Yusuf Kiya Dedem iyi bir tütün içicisiymiş. Çubuğuna tütünü basıp ateşledikten sonra, babama uzatıp “oğlum biceez çek bakalım” dermiş. Babam da daha çocuk ne bilsin tütünü çeker çekmez öksürmeye başlar, dedemgil onun bu haline gülerlermiş.
Bir gün dedem eşek palanı basarken başında merakla bekleyen 6-7 yaşlarındaki babama:
“Ay’oğlum bi tütün bas da getir bakeyn” demiş. Babam çocuk ne bilecek çıbığa tütünün hangi kıvamda basılacağını? Sıkıca doldurup getirmiş, babasına vermiş. Babası çakmak ile kavı çakmış tütünün üstüne koymuş bir sefer çekmiş nefes yok.
İkinci bir sefer daha çekmiş gene nefes yok, üçüncü sefer de nefes vermeyince “avradını bilmem naptığımın oğlu daş ile mi çaktın tütünü !” diyerek çıbığı fırlattığı ile deredeki çeşmenin yanına geçirmiş.
Yılbaşı geliyor ya. Yılbaşı ile yakın bir zamanda doğduğumuzu hatırlayarak biraz sohbet edelim dedik.
Hepinize İyi Yıllar.
Bu yazı toplam 66 defa okunmuştur.
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim