Bugün 29 Eylül 2025 Pazartesi
  • Antalya22 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    5117.402
    %1.76
  • Dolar
    41.5594
    %0.03
  • Euro
    48.7441
    %0.25

PROF DR SAMİ SELÇUK / KONUK YAZAR

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
PROF DR SAMİ SELÇUK / KONUK YAZAR

DURUŞMA/TARTIŞMA AŞAMASI-5

29 Eylül 2025 Pazartesi 21:19

Duruşma/tartışma aşamasının doğru algılayan başoyuncularına sesleniyorum: Son sözlerim sizleredir, sayın yargıçlar-A

Yargılama erki, çağdaş ve çağcıl bir devletin ve ülkenin gökyüzünde hukukun ne dediğini söyleyen bir kartaldır. Yarınlar, ekonomik gelişme dâhil, kısaca her şey, bu kartalın dokunulamaz ve de çok bilgili, bilinçli olmasına göre biçimlenmektedir, biçimlenecektir de...

1745009545362-gokcer-tahincioglu-manset-5.jpg

Baştan söylemek gerekirse, bu yazıların özeti şudur, efendiler: Adalet dağıtmak için üç makamda bulunan Cumhuriyetimizin savcıları, avukatları, yargıçları, yargılama ve duruşma konularında çok duyarlı olmak, yargılama, duruşma (tartışma) hukukunun, özellikle de “duruşma ahlakı”nın üzerine titremek zorundadırlar.

Ancak ne yazık ki, Cumhuriyet döneminde bile bu görev, hiçbir zaman sağlıklı olarak yerine getirilememiş; yineleme pahasına anımsatarak vurgulamak gerekir ki, batılı dillerde ortak, doğru, yerinde bir terimle “TARTIŞMA” (Debatte, débat, dibattito, debate) denilen ve insanların alınyazılarını belirleyen bu en önemli aşama, ülkemizde halk ozanlarının, Yunus Emre’lerin, Köroğlu’ların, Eşrefoğlu Rumi’lerin, Aziz Mahmud Hüdâyî’lerin, Niyâzî-i Mısrî’lerin etkisiyle “duruşma” diye adlandırılmış ve tartışmaya katılanların işlevleri de, uygulamada, ne acıdır ki, bu yanlış çeviriye göre somutlaşmıştır. 

Oysa özünde duruşma, çabukluk, yoğunlaşma, akla uygun sürede bitirme ilkelerine göre, ara verilmeksizin kesintisiz sürerek tek oturumda bitecektir (CYY, m. 190), bitirilmelidir, sayın yargıçlar.

 
Çünkü, yemek vb. gereksinmelerle birkaç saat dışında, duruşmaya eğer birkaç gün, hatta bizde olduğu gibi birkaç ay ara verilirse, o zaman duruşmadan edinilen izlenimler, taze bilgiler yitip gidecek, ister istemez her şeyin kaydedilemediği tutanakların dar çerçevesi içinde ve de duruşmadan doğrudan doğruya edinilen kanılar göre değil, dolaylı çıkarımlara göre karar verilmek gerekecektir.  Bu ise, duruşmanın varoluş nedenine ve yargılama yasalarının öngördüğü duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine ve özüne ters düşecek, adli yanılgıya düşme olasılığını artıracaktır. Dolayısıyla duruşmaya ara verme zorunluluğu ortaya çıktığında dahi, söz konusu süre birkaç günü asla geçmemelidir. Geçemez de. Geçtiği zaman bilinmelidir ki, bu konuda ileri sürülenler, uygulamada sık sık yaşandığı üzere, artık hukuksal gerekçeler değil, saçma bahanelerdir. 

Böylece duruşmaya katılanlardan, biçimsel anlamda karşılıklı duranlardan davacı (kamu davasında savcı), iddiayı belirleyecektir. Davalı (kamu davasında sanık) ise, savunmasını yapacak, yargıç da kararını verecektir. Her tür, bu arada kuşkusuz hukuk davasında da “taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak zorunda”dırlar (HMK, m. 29/1). 

Yargıca gelince o, somut olarak ele güne açık yapılan ve yaşanan tartışmayı (dilimizdeki yanlış terimle duruşmayı) değerlendirerek “hüküm” (karar, Entscheidung, décision, decision, decisión, decisão) kuracak; bir başka anlatımla tıpkı Büyük İskender’in 2359 yıl önce Gordion'a geldiğinde kılıcını çekip düğümü kesip atması gibi uyuşmazlığı çözecek; çekişmeyi bitirerek toplumsal barışı sağlayacaktır.

Kısaca yargıç, taraflarla, sergilenen kanıtlarla, kısaca duruşmada canlı olarak yaşananlarla bire bir ilişkiler kurduktan, iddia ve savunmaları iyice dinleyip algıladıktan sonra, son sözünü söyleyecek, uyuşmazlığın hukuktaki adını koyarak (teşhis, tanı) yargısını (tedavi) kuracak, düğümü çözecek, uyuşmazlığı bitirecektir.

Bu açıdan başoyuncular arasında yargıcın görevi, çok başat ve önemli, sorumluluğu da aynı doğrultuda çok ağırdır.

Bundan önceki yazılarımda geçmişte yaşadıklarımı, gördüklerimi de gözeterek, yargılama makamlarında, kısaca mahkemelerde görev üstlenenlere bazı noktaları ve de sorumluluklarını anımsatmak istediğimi belirtmiş; ilk yazıdan başlayarak düşünen, ancak asla öykünmeyen, taklit etmeyen, kuşkulanıp sürekli bilgisini gözden geçiren, araştırarak karar veren hukukçulara, sırasıyla savcılara, avukatlara seslenmiştim.

Bu son yazılarımda ise, karar makamında bulunan, uyuşmazlık düğümünü çözecek olan, dolayısıyla ağır bir sorumluluk üstlenen yargıçlara seslenerek diyeceklerimi bitirmek istiyorum

SAYIN YARGIÇLAR!

Geliniz, ilkin “yargıç kimdir, nasıl biridir?” sorusunu yanıtlamaya çalışalım.

Sizler, sayın yargıçlar, yargılamanın, yanlış anlatımla duruşma, yani yineleme pahasına anımsatmak gerekir ki, doğru hukuk terimiyle TARTIŞMA aşamasında önünüze taşınan uyuşmazlığın alınyazısını, önyargısız, tek bir olasılığı değil, bütün olasılıkları gözeterek ve de bütün önyargıları dışlayarak, yazılı hukuk çerçevesinde ve adalet ölçütü içinde belirlemekle yükümlüsünüz.

Yani üstlendiğiniz görev, çok ağır, çok duyarlı, hukuk bilgisi açısından çok yüklüdür; dolayısıyla da sizlerde aranan nitelikler, çok çok önemlidir, sayın yargıçlar.

Bazen bu nitelikler, bir bakıma dilekler, Mecelle’de görüldüğü üzere, bazen yasalarda bile özenle sayılıp düzenlenmiştir.

Bilindiği üzere Mecelle’ye göre, Hâkim (yargıç); hakîm (bilge), fehîm (anlayışlı yani düzen, denge ve sonuçları gözeten), müstakîm (sağlam) ve emîn (doğru ve güvenilir), metîn (dirençli), mekîn (ölçülü ve sakınımlı)” olmalıdır; olmak zorundadır (m. 1792).

Çünkü yargıç, Nelson Mandela’nın (1918-2013) da vurguladığı gibi “İyi bir kafa ile iyi bir yüreğin birleşimi” bir adalet dağıtıcısıdır. Dolayısıyla yargıç, her şeyden önce adaletsever (justicier), insansever (humaniste), in­sanlıksever (panhumain)  olmak zorundadır.

Özetle bir canlı olan ve alınyazısında Kafka bilgeliğiyle bir böcek de olabilme olasılığı bulunmasına karşın özünde bir insan olan yargıç, doğa ve toplum içinde yer almanın ayrıcalığı, alçak gönüllüğü ve felsefesi doğrultusunda davranmalıdır, davranmak zorundadır da.

Öyleyse ilkin, Mecelle’nin yukarıdaki maddesi ve onu izleyen yargıçlarla ilgili etik hükümleri, yargıçlar ve yargılamada görev alan bütün hukukçular tarafından sık sık okunmalı; her yargıç, olayı, hukuksal sorunu (questia juris) ve uygulayacağı hukuku iyice kavradıktan, kendisine yeten önemli olguları ilkesel temelde seçip gözeterek, insanı özgürleştirerek hukukun öngördüğü adalet ölçütü içinde kararını verirken, sadece önündeki davadan değil, bütün hukuk dizgesinden (sistem) sorumlu olduğunu ve bu dizge içinde hukuka yaslanan, ancak özgür gerekçelerle dengelenen kararlar vermek zorunda bulunduğunu (Çataloluk, Gökçe, Hukuk sistemi ve Autopoiesis, İstanbul, 2012, s. 6, 7, 162, 172) hiç, ama hiç unutmamalıdır.

İkinci olarak, her Türk hukukçusu, özellikle de yargıcı, Mecelle’deki bu düzenlemenin Türk yazılı hukukuna, dogmatiğine ancak on dokuzuncu yüzyılda dönemin bilgesi Adalet Bakanı ve İlk Yargıtay Başkanı Ahmet Cevdet Paşa’nın çabasıyla girdiğini de hiçbir zaman unutmamalıdır.

Üçüncü olarak, yine her Türk hukukçusu, özellikle de yargıcı, Mecelle’deki bu yargıç tanımının odağındaki sözcüğün felsefe ağırlıklı bir terim olduğunu her an göz önünde tutmalıdır: “Hakîm (bilge).”

Nitekim “hakîm” terimi, her yargıçta bulunması gereken bütün öbür nitelikleri aslında özünde taşıyan, kucaklayan bir kavramdır. Çünkü her bilge (sofós, sapiens, sage), aynı zamanda anlayışlı, doğru ve güvenilir, saygın, dirençli, ölçülü ve sakınımlı, bilgi (malumat, cognitio) sahibi ve bilinçlidir (kültür ve irfan sahibi, gnostique).

Kanımca dördüncü olarak her yargıç, Hz. İsa’nın ünlü “Dağ Vaazı”nda sözünü ettiği her inançlı insan gibi, çok duyarlı ve etik adalet ölçütüyle toplum içinde bozulan barışı sağlamakla yükümlüdür.

Bu yükümlülükten asla kaç(a)mamalıdır, yargıç.

Zira Levinas’ın vurguladığı üzere, “Etik boyuttan yoksun bir hukuk, olsa olsa devletin kendi çıkarlarını haklı çıkarma aracıdır,” âletidir.

O kadar.

Ayrıca bildiğim kadarıyla, sayın yargıçlar, yargıçların niteliklerini dile getiren böyle bir madde ile bunu izleyen maddelerdeki aynı doğrultudaki hükümlerin benzerleri, her ülkenin yasalarında sık ve de böylesine ayrıntılı olarak asla yer almamıştır.

Peki, böyle özellikleri taşıyan bir yargıç tanımına benim ülkemde acaba neden gerek duyulmuştur?

Kaygıları, dertleri doğru hukukun doğru uygulanması olan sizler, sayın yargıçlar, sayın hukukçular, lütfen bunu araştırınız. 

Bu konuda sanırım şimdilik şunları söylemek yeterli olacaktır.

Çünkü devletin çökme sürecini yaşadığını gören Tanzimat döneminin düşünürleri, özellikle de yasa yapıcıları, İmparatorluğu yaşatma çabası ve kaygısı içindedirlerDolayısıyla daha önceleri yaşanan üzücü örnekleri hiç unutamamışlar, onlardan esinlenip dersler çıkarmışlardır.    

Ancak bu maddeye karşın, bu maddeyi kaleme alanlar bile, aşağıda değinileceği üzere,  söz konusu maddeyi çiğnemişler, bu konudaki kötü örnekler hiç bitmemiştir.

Ayrıca sizler, sayın yargıçlar, “hâkim” ve “hakîm” sözcüklerinin yargılama, duruşma / tartışma hukukunda sıradan bir sözcük değil, önemli iletileri (mesaj) içeren birer “hukuk kavramı” olduklarını da asla unutmamalısınız.

Bu yüzden sizler, her zaman bildiklerinizden kuşkulanarak sürekli okumak, araştırmak, bilimi izlemek, duyarlı ve etik bir adalet ölçütüyle toplum içinde bozulan barışı sağlamakla yükümlü düşünen bireylersiniz.

Nitekim bütün bu nedenlerle, her yargıç, 2002 Kasımında Lahey’de ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yarkurulunun (komisyon) 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda ve de Türk Yargıtay’ınca da benimsenmiş olan yargıçlarla ilgili Şubat 2001 tarihli, savcılarla ilgili 2005 tarihli Budapeşte ilkelerini sık sık okumalıdır.

Elbette bu metinleri sadece yargıçlar ve savcılar değil, avukatlar, kısaca bütün hukukçular da okumalıdırlar.

Bunlar okunduğu zaman iç hukukumuzla, özellikle Mecelle ile uluslararası hukukun aynı doğrultuda olduğu görülecektir.

Özetle yargılama erki, çağdaş (contemporain) ve çağcıl (moderne) bir devletin ve ülkenin gökyüzünde hukukun ne dediğini söyleyen (juris-dictio) bir kartaldır, sayın yargıçlar.

Yarınlar, ekonomik gelişme dâhil, kısaca her şey, bu kartalın dokunulamaz ve de çok bilgili, bilinçli olmasına göre biçimlenmektedir, biçimlenecektir de.

İşte bütün bu olgular, gerçekler, yargılama erki içinde görev yapan “yargıç kimliği”nin sıradan değil, tam tersine, sıra dışı bir kimlik olduğunu ortaya koymaktadır.

Çünkü yargıç, duruşmayı yürütürken duruşmanın her ilkesine kesinlikle uymak, dâhice bir düş gücüyle, Stefan Zweig’ın belirttiği gibi, nasıl Macellan, denizlere açılırken filosunun bütün gereksinmelerini, düşlediği bütün yoksunlukları, güçlükleri; nasıl Napoléon, Alpler’den geçmeden önce seferin belirli günlerinde ve yerlerinde ne kadar barutun, kaç çuval yulafın ve benzerlerini ayrıntıyla düşünerek yola çıkmışsa, yargıç da, taraflar ya da sanık açısından her olasılığı düşünerek yola çıkacak, karar verecektir.

Şimdi de bir başka soruyu soralım, sayın yargıçlar: Peki, bu ilkelere, bu duruşlara, bu tutumlara, bu yasal ve etik, değişmeyen ahlak buyruklarına ülkemizde her zaman uyulmuş mudur?

Ne yazık ki, bu soruya “evet” demek, aradan geçen onca yıllara karşın çok zor görünmektedir, sayın yargıçlar. 

Her şeyden önce sözgelimi, yargılamanın “kamuya açıklık ilkesi”ne göre yapılması, öylesine önemli bir ilkedir ki, Merhum ozanımız, düşünürümüz Melih Cevdet Anday, bir denemesinde, uygarlığın temelinde bu ilkeye göre yapılan Sokra­tes’in “Savunması”nın (Apologia) yattığını belirtmişti (Tarih Önünde, Cumhuriyet, 13.11.1981).

Kanımca o gün de haklıydı düşünürümüz, yazarımız; bugün de haklıdır.

Zira karşılaştırınız, lütfen. MÖ 399 yılında doğal yargıç ilkesine göre oluşturulan mahkemede “kamuya açık yargılama” sonucunda ölüm cezasına hüküm giyen Sokrates’in nasıl yargılandığını birbirini doğrulayan üç ayrı kaynaktan ayrıntılarıyla 2424 yıl sonra günümüzde bile bilmekteyiz.

Buna karşılık onu yargılayan yargıçların hiçbirinin adını hiç bilmemekteyiz.

Oysa Sokrates’ten 2280 yıl, yani 23 yüzyıl sonra 1881 yılında Mithat Paşa’nın doğal yargıç ilkesine aykırı olarak, bir kişi, yani Mithat Paşa için, hukuk açısından ölümcül bir günahla kurulan ve bu yüzden de hukuk tarihimizin olumsuz yargısından ve hesaplaşmasından bir türlü kurtulamayan, hiçbir zaman da kurtulamayacak olan yüzkarası “Çadır Mahkemesi”nde nasıl yargılandığını günümüzde bile yeterine bilememekteyiz.

Bildiklerimiz ise, çok çok sınırlıdır.

Çünkü varsayımlara dayanan ve birbirleriyle çelişen kaynaklara karşın duruşma, her şeyden önce çoğu zaman açık değil, gizlidir, yani karanlıktır. “Karanlık” ise, Servantes’in vaktiyle dediği gibi, “Bütün günahların üstünü örten bir yorgandır.”

Buna karşılık, onu yargılayan yargıçların ve iddia makamında bulunan savcının kimler olduklarını bugün bile bilmekteyiz.

Peki, neden böyledir, bu?

Artık yirmi üç yıl sonra bile “bağımsız ve doğal yargıç ilkesi”ni özümseyemediğimiz için, sayın yargıçlar.

Çünkü Çadır Mahkemesi’nde yargılamaya katılan yargıçlar, tıpkı hükümeti deviren, TBMM’yi ortadan kaldıran 1960 darbesi sonrası oluşturulan Yassıada Mahkemesi gibi, suça konu eylemlerden sonra kurulmuş yapay bir mahkemenin yargıçlarıdır; dolayısıyla mahkeme, doğal mahkeme değil, yargıçlar da, doğal yargıçlar değildirler.

Ayrıca savcı dâhil, bunların içinde daha önce kendileri ya da yakınları arasında sanık Vali ve Sadrazam Mithat Paşa tarafından cezalandırılanlar bile vardır. Çadır mahkemesinde bu kişilerin özellikle görevlendirildikleri anlaşılmaktadır.

Sözgelimi, Mahkeme Başkanı Kadı Sururi Efendi, yolsuzlukları yüzünden Mithat Paşa tarafından meslekten atılmış biridir.

Bırakın yargıçları, savcı bile yansız değildir. Üstelik bunlar önyargılıdırlar da. Çünkü iddianameyi (ithamname), Adliye Nazırı Cevdet Paşa, Mahkeme Başkanı Sururi Efendi, Savcı Latif Bey, Mabeyinci Ragıp Bey, birlikte hazırlamışlardır (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

En önemlisi ve acısı da, bilindiği üzere, yetiştirdiğimiz büyük hukukçularımızdan ve Osmanlı döneminde yapılmış en iyi yasalardan biri olan Mecelle’de en çok emeği geçen Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa, iddianameyi hazırlamakla yetinmeyip, daha da ileri giderek, yargılama, özellikle duruşma sırasında yargıçların arkasındaki bir koltuğa oturmuş, mahkeme yargıçlarına ve savcısına durmaksızın kınanası buyruklar vermiş; bunun üzerine sanık Mithat Paşa, dayanamayıp yargıçları azarlamıştır.

Evet, kısaca iki Paşa, birbirine düşmandır; yargılama yapıldığı sırada ise, birisi görevi başında, yani iktidarda; öbürü ise sanıktır ve tutuktur.

Özetle Mithat Paşa, kendi anlatımıyla, “İtham mazbatasının yalnızca iki yerini sahih ve doğru buldum. Birisi, başındaki besmele, diğeri nihayetindeki tarihidir” dediği bir iddianame doğrultusunda yargılanmış, sonuçta hüküm giymiş, Sultan Abdülhamid’in buyruğuyla 7 Mayıs 1884 (61 yaşında) tarihinde Albay Mehmet Lûtfi ve Binbaşı Bekir Beyler tarafından Taif’te boğulmuştur (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

Kısaca bu davada Adalet Bakanı ve yargıçlar, yansızlık, nesnellik, kendi inanç ve görüşlerinden arınma gibi, yargılamanın temel ilkelerine, ne yazık ki, asla uymamışlardır.

Görülüyor ki, adalet sicilimiz hiç de parlak değildir, sayın yargıçlar.

Nitekim yirminci yüzyılda yaşanan bir başka utandırıcı örnek de, demokratik düzene geçildikten sonra 65 yıl önce yaşanan ve Çadır Mahkemesinden ders alınmayıp doğal yargıç ilkesi çiğnenerek kurulan Yassıada Mahkemesi ve yargılamaları sırasında yaşanmıştır.

Demek, onca yazılanlara karşın kötü örnekler ülkemizde hiç bitmemiştir.

Ne yazıktır ki, şimdilerde bile, bitecek gibi görünmemektedir, sayın yargıçlar.

Çünkü yakın geçmişte yaşananlar da, aynı doğrultudadır, hatta tüyler ürperticidir.

Sözelimi, devlet başkanı, 27 Temmuz 2023’te yargıç ve savcı adaylarına seslenirken, ilkin bağımsızlıktan söz etmiş, daha sonraları ise siyasete girmiş, muhalefeti eleştirmiş, bu eleştiriler üzerine geleceğin yansız olması gereken kimi yargıç ve / ya savcı adayları da kendisini bilinçsizce, sonuçlarını hiç mi hiç düşünmeksizin, alkışlamışlardır.

Bununla da kalınmamış, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde geleceğin yargıç ve savcılarının kura çekilişinde, Anayasa’ya uyacağına iliş­kin ant içen devlet başkanının önünde bir iktidar partisi milletvekili –ki o da ant içmiştir-, yeğeninin de bu çekilişte bulunduğunu söyleyerek, bir bakıma bir tür ayrıcalığı vurgulamak için onun adını anmış; geleceğin yansız ve bağımsız yargıcı ya da savcısı yeğen de, ayağa kalkarak ve devlet başkanını selamlayarak bu utanç tablosunu tamamlamış¸ kendisini mahkemelerin ara kararlarını dile getirmekle yükümlü(!) sanan adalet bakanı da bilinçsiz gülücükleriyle bu yüz kızartıcı resmi tamamlamıştır (Basın, 1.2.2025).

Oysa bundan yaklaşık yirmi bir yüzyıl önce Korint’e gelen ve güneşini engelleyen Büyük İskender’e, bir dileği olup olmadığını sorması üzerine, MÖ 323’te ölen Diyojenes, tarihin unutamadığı şu yanıtı vermişti: “Gölge etme, başka ihsan istemem.”

Diyojenes, kuşkusuz bırakınız yargıç olmayı, hukukçu bile değildi. Ancak kimsenin gölge etmesini, ihsanda bulunmasını istemiyordu.

Çünkü Diyojenes, tırnak uçlarına dek bağımsız ve özgür bir düşünürdü. Özgürlüğünün ve bağımsızlığının örselenmesine asla izin veremezdi.

Nitekim de vermemiştir.

Tıpkı “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk gibi.

Geleceğin yargılama erkinde yer alacak olan bir hukukçunun da yanıtı, en azından elbette onca yüzyıl önce yaşayan Diyojenes’in yanıtı gibi olmalı, bağımsız ve özgür bir savcı ya da yargıç olmalı, cumhurun başındaki kişi de böyle davranın bir hukukçuyu alkışlamalıydı.

Elbette bu bir bilinç sorunudur ve, bildiğim kadarıyla bu bilincin benim ülkemde yaşandığına günümüzde bile pek tanık olunmamaktadır.

Eksiklerimiz de, aslında tam da bu bilgi ve bilinç yetersizliğinden kaynaklanmaktadır, sayın yargıçlar.

Geçelim ve ayracı kapatıp konumuza dönelim.

Başka bir üzücü olay da şudur: İsrail yurttaşı Dany Awka, uyuşturucu madde kaçakçılığı yapma suçundan on yıl hapis cezası almış, ancak İsrail hükümetinin girişimi üzerine cezaevinden çıkarılmış, yargıç kararıyla salıverileceği önceden bilindiği için, bekletilen uçakla Israil’e gönderilmiştir (22.8. 2023).

Ancak bu tür olaylar asla yeni ve ilk değildir. Zira daha önceleri de benzer olaylar yaşanmıştır. Sözgelimi, Türkiye’de yaşayan Alman yurttaşı gazeteci D. Yücel, darbe olayına destek verdiği iddiasıyla yargılanıp cezalandırılmış, ancak Alman Başbakanı Mer­kel’in tepkisi üzerine, dönemin Türk Başbakanı Erdoğan, “Türkiye bir hukuk devletidir! Bu can bu bedende durduğu sürece bu şahsın erken tahliyesi söz konusu olamaz” diye yüksek sesle ilken doğruları dile getirmesine karşın, o gazeteci daha sonra özgür bırakılmış, üstelik de herkesin gözü önünde daha önceden geldiği ve bekletildiği anlaşılan özel bir uçakla Almanya’ya gitmiştir (16.2. 2018).

Tıpkı daha önceleri de ABD yurttaşı Rahip Brunson olayında yaşandığı gibi, sayın yargıçlar.

Anımsayınız. ABD Başkanı Trump’a ilkin direnilerek resmi ağızlardan “Asla hapisten çıkamaz, hiçbir baskıya boyun eğmeyiz. Cezasını burada çekecektir” denildiği halde, birkaç gün içinde o rahip salıverilmiş, üstelik de olayın ne yolda gelişeceği önceden bilindiği için havaalanında bekletilen özel bir uçakla ABD’ye gitmiştir (12/10/2018).

Bu türden olaylar, benim ülkemde bu noktada da kalmamış, yeniden seçilmesinden sonra değil, ikinci adaylığından sonra, yani altı yıl sonra yeniden seçilip ikinci kez başkan olan Trump ile Netanyahu görüşürlerken bile, İsrail Başbakanının, Türkiye ile kötüleşen komşuluk ilişkilerinin sonuçlarının olumsuz olabileceğinden yakınması üzerine, Başkan Trump, Rahip Brunson’u nasıl geri aldıkların anımsatarak Netahyahu’yu teselli etmiş (Basın, 8.4.2025), böylece Türkiye cumhurbaşkanı ile olası yeni görüşme öncesi aynı olayda yaşanan ve ülkemizi küçük düşüren o başarısını Trump, dünya kamuoyunun önünde utanıp sıkılmadan bir kez daha dile getirmiştir (Basın, 7.5.2025).

Bütün bunlar, yargılama tarihimizin en utandırıcı, en üzücü sayfaları, deyiş yerindeyse, “küçük kıyamet”leridir (kıyameti suğra), sayın yargıçlar.

Dolayısıyla yeri gelmişken bu yolları deneyenlere Şeyh Sâdi Şirâzî’nin Fars Hükümdârı III. Darius’a söylediği tarihsel bir öğüdü anımsatmak isterim: “Bir ülkede hükümdarın aldığı önlem, çobanın aldığı önlemden daha aşağıda olursa, o ülkenin yıkılması yakın demektir.”

Böyle durumların yinelenmesinden Tanrı, ülkemizi korusun!

Ancak bu dilek, dilekte kalmamalıdır, sayın yargıçlar. 

Çünkü bu çirkinlikleri bitirmek sizlere düşmektedir.

Dolayısıyla her kararı verirken, siz siz olun, Meclle’nin yukarıdaki ünlü hükmünü ve onu izleyen maddelerini lütfen sık sık ve yeniden okuyun. Çünkü sizler, asla sıradan bir iş yapmamaktasınız. Adalet ve hakkaniyet içinde haklı olanın kim olduğunu belirlemektesiniz.  Dolayısıyla her yargıç, olayı, uygulayacağı hukuku ve de önüne gelen hukuksal sorunu (questia juris) iyice kavradıktan sonra, adalet ve nasfet ölçütleri içinde, yukarıdaki nitelikleri özümseyerek, hukukun dediğine (juris-dictio) uyarak bilgece kararını vermek zorundadır.

Unutmayınız ki, karar verirken dosyadaki bilgileri bile bilmeyen, uzun ertelemeler sonucu bildiklerinin çoğunu unutan, bunları gözetmeyen, bazen de vereceği kararın ne olacağını duruşma bitmeden ve yeterince bilgi edinmeden çok önceden kararlaştıran önyargılı pek çok yargıç görülmüştür, uygulamada.

Adli yanılgıların asıl kaynağı, işte bu yöntemler, bu tutumlardır, sayın yargıçlar. 

Böyle biri elbette aranan nitelikleri taşımadığından asla yargıçlık yapamaz.

Yapmamalıdır da.

Hukukta yaşanan uyuşmazlıkları başoyuncu olarak çözecek olan sizler olduğunuz için, sizlerle ilgili sözlerim daha bitmedi, sayın yargıçlar.

İlgileniyorsanız lütfen gelecek yazımı bekleyin.

Prof. Dr. Sami Selçuk

- Eski Yargıtay Birinci Başkanı

- Eski İ. D. Bilkent Ü. Öğretim Üyesi

Bu yazı toplam 159 defa okunmuştur.
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim