Bugün 09 Eylül 2025 Salı
  • Antalya30 °C
  • IMKB

    %
  • Altın
    4845.591
    %0.45
  • Dolar
    41.2736
    %0.03
  • Euro
    48.501
    %-0.18

EŞREF URAL / JOURNAL-KONUK YAZAR

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
EŞREF URAL / JOURNAL-KONUK YAZAR

SUYU ARAYAN ÜLKE

09 Eylül 2025 Salı 09:50

Ne kadar yakıcı, ne kadar sarsıcı, ne denli muhteşem ve ne kadar umut verici bir kitaptır. Suyu Arayan Adam! Şevket Süreyya Aydemir’in bu eşsiz otobiyografik eseri niçin okullarda ders kitabı olarak okutulmaz, hiçbir zaman anlayamamışımdır. Yolunu, tarihini, imkânını, devletini ve ülkesini kaybetmiş bir genç adamın gördükleri, yaşadıkları, hissettikleri, hayalleri, acıları ve sevinçleri, her biri bir zehirli ok gibi kalbinize çakılır kitabı okurken. Aslında yolunu kaybeden kişi sadece Şevket Süreyya Bey değildir tarihin o diliminde, bütün Türkiye ülkesi, bütün Anadolu ve Rumeli Türk coğrafyası hem yolunu, hem ülkesini, hem de geleceğini kaybetmiştir. Ve böyle dramatik bir dönemde, genç bir adam, yol bulmaya, kendi deyimiyle, “suyu aramaya” çıkar. Epey sağa sola savrulduktan sonra, aradığı “suyun”, yoksul, bakımsız, unutulmuş Anadolu topraklarında olduğunu fark eder ve ömrünün bundan sonrasını Anadolu’nun aydınlanması mücadelesine vakfeder.

Aslında Türkiye tam iki yüz senedir “suyu arıyor”. İki yüz sene evvel dünyada çok büyük değişiklikler yaşanmaya başlamıştı ve Osmanlı Türkiyesi, bu değişimlere uyum sağlaması gerektiğini nihayet anlamıştı. İlk akla gelen devletin ve ordunun islah edilmesi, yani modernizasyonu oldu. Ama devlet bürokrasisinin aldığı bu radikal kararlar, geleneksel bürokrasi ve askeri kadrolar tarafından hiç hoş karşılanmadı. İsyanlar çıktı, iç savaş yaşandı, devlet kendi ordusunu darmadağın etmek zorunda kaldı, ülke parçalanma ve işgal edilmenin eşiğine geldi. 1830’lu yıllardı. Sonra idari ve kamusal düzenlemeler, Batı normlarında bazı özerk kurumlar, kanunlar yayımlandı ve uygulanmaya çalışıldı. Ama bu çabaları hayata geçirmek elbette kolay değildi, çünkü küçük bir ulus-devletten değil, pek çok milli ve dini unsurun birlikte yaşadığı koca bir imparatorluktan söz ediyoruz burada.

Bunca çabaya rağmen, 1878 yılında imparatorluk çok büyük bir coğrafyayı terk etmek zorunda kaldı, çünkü Çarlık Rusyası’na çok fena yenilmiştik. Elimizde kalan topraklarda Müslüman nüfus daha yoğun görünüyordu, bu nedenle devlet yetkilileri, bu tarihten itibaren “İslamcılık” programına geçti. Bu sayede elde kalan toprakları ve devleti koruyabileceğini düşünüyorlardı, fakat olmadı. 1900’lü yıllara girdiğimizde İslamcılık reçetesinin de çare olamayacağı anlaşılmış görünüyordu. Belli ki bu doğrultuda gidilerek “aranan su” bulunamayacaktı.

Ama ülkenin aydınları suyu aramaya devam edeceklerdi, çünkü başka çareleri yoktu. Gözleri ve kulakları Avrupa’da olduğu için, “meşrutiyet” diye bir devlet modelini takibe aldılar ve bu modeli Türkiye’ye getirmek için mücadeleye giriştiler. Sanıyorlardı ki, meşruti bir anayasa yürürlüğe girerse bütün dertler sona erecek, aranan su bulunacaktı. Ne var ki tarih başka bir kanala girmişti ve yeryüzünde yaşayan herkesi, her devleti, her ulusu, bu yeni kanala doğru sürükleyecekti. Evet, meşrutiyet ilan edildi, ama onun kurumsallaşması için ne zaman vardı ne de zemin. Dünya büyük bir boğazlaşmaya doğru gidiyordu ve böyle bir iklimde anayasa, meşrutiyet, hak, hukuk vs. gibi kavramlara yer yoktu.

1920’lere geldiğimizde ise elimizde sadece Anadolu coğrafyası ile Trakya’da küçük bir toprak parçası kalmıştı. Sarsıcı idi, moral bozucu idi, yıkıcı idi, ama realite buydu. Şimdi yapılması gereken tek şey, Cumhuriyet modeline geçmek ve Anadolu coğrafyasını baştan imar etmekti. Tıpkı Şevket Süreyya’nın yaptığı gibi, mecburen “suyu” Anadolu’da arayacaklardı, buna giriştiler. Yeni bir anayasa, yeni bir ulus-devlet modeli, yeni kurumlar, modern bir eğitim-öğretim seferberliği, yeni yollar, yeni fabrikalar, yeni okullar… Nihayet “aranan su” bulunmuş gibi görünüyordu.

Taa 2000’li yıllara kadar, düşe kalka, kör topal da olsa demokratik bir cumhuriyet modeline bağlı kaldı Türkiye. Bazı tersliklere, olumsuzluklara ve yanlışlarına rağmen, yine de, “laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti” mottosu, aranan su olarak kabul görüyor gibiydi.  Artık suyu aramaya gerek kalmamıştı, aranan su bulunmuştu!

Fakat 2015-16 yıllarından başlayarak Türkiye yeniden “suyu aramaya” başlayacaktı. Yeni bir rejim, başkanlık sistemi, yeni bir anayasa, yeni bir devlet-kamu modeli arayışı falan. Halen de bu sürecin içindeyiz ve bu ülkede yaşayan milyonlarca insan bu yeni sürecin nerelere evrileceğini merak ediyor.

Hülâsâ, baştan da söylediğim gibi, Türkiye tam iki yüz senedir “suyu arıyor”. Bazen arıyor bulamıyor, bazen de buluyor, ama bulduğunu fark etmiyor. Bir tuhaf tarih, bir acayip kader.

Peki bu ülke, iki yüz senede bulamadığı suyu tarihin bu kaotik zamanlarında bulabilir mi?

Cevabını size bırakıyorum, benden bu kadar.

Bu yazı toplam 188 defa okunmuştur.
SPOR
Tüm Hakları Saklıdır © 1983 Antalya Son Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0532 474 99 63 | Haber Yazılımı: CM Bilişim